5 Mart 2016 Cumartesi

‘Artvin halkı madenciliğe karşı çünkü hayatı tehdit altında’


Artvin Cerattepe'de bölge halkının karşı çıktığı maden projesini ve buna ilişkin olarak Başbakan Ahmet Davutoğlu ile yaptıkları görüşmeyi Yeşil Artvin Derneği gönüllü bilimsel danışmanı ve Karadeniz Teknik Üniversitesi Orman Mühendisliği öğretim üyesi Oğuz Kurdoğlu ile konuştuk.

Kurdoğlu, maden alanında yapılan sondajlardan sonra dahi Cerattepe halkının içtiği suyun tadının değiştiğini söyledi ve “Bir de madencilik başladıktan sonra neler olabileceğini hayal edebiliyor musunuz?” diye sordu.

Cerattepe halkı 250 gün boyunca süren protesto ile biyolojik çeşitlilik açısından en zengin bölgelerinden olan Artvin’de planlanan maden çıkarma projesine karşı çıktı. Protestoların gittikçe büyümesi üzerine Başbakan Davutoğlu derneğin temsilcileri ile Ankara’da bir araya geldi ve madencilik işlemlerinin hukuki süreç tamamlanana dek durması talimatını verdi.

24 Şubat tarihindeki bu görüşmeye katılan Kurdoğlu ile söyleşimizden satır başları şöyle:

“Ülke gündeminin içte ve dışta bu kadar yoğun olduğu bir dönemde başbakanın 2 saat boyunca bizi dinleyip notlar almış olması belki de Türkiye’de bir ilktir. Yeşil Artvin Derneği’nin, Artvin’i ortak çıkarlar paydasında son derece iyi temsil ettiğini de söylemem gerekir. Yeşil Artvin Derneği yerel, naif, her siyasal ve sosyal katmanı kapsayan gönüllü bir topluluk. Ayrıca protestolarda Türk bayrağından başka hiçbir bayrak ve rengin bulunmadığını da söylemeliyim. Protestoların Türkiye’nin uygun olan yerlerinde maden projesine karşı olmadığını ve Artvin’deki projeye karşı olduğunu da söylemem gerekir.


“Maden şirketinin kendi Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporuna göre Cerattepe’de madencilik işi nedeniyle 50 binden fazla ağaç kesilecek. Bu rakam bizden değil şirketten geliyor. Başbakanın verdiği 3500’den fazla ağaç kesilmeyecek sözü nereden geliyor bilmiyoruz.

“Kesilecek ağaç sayısı azaltılsa bile bu kabul edilebilir değil. Bölge ormanlık bir bölge ve ormanların kendi ekosistemleri var. Eğer bir ormanda ağaçları keserseniz, ekosistemle oynamış olursunuz. Bu kesilen ağaçları, ağaçlandırma ile yerine koyma imkânınız yoktur. 1000 yıllık tek bir ağaçtan elde edeceğiniz bilgiler, hektarlar boyu ağaçlandırmadan çok daha değerlidir. Keşke Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun ormancılıkla ilgili bir eğitimi olsaydı, belki o zaman kendisiyle tartışma imkânımız olurdu ama maalesef kendisi inşaat mühendisi.

“Bölgede doğal yaşlı ormanlar var. Bu ormanların olması orada ağaçkakandan karacaya pek çok türe ev sahipliği yapıyor. İnsanlar dışındaki canlılar için de özel bir mekân. 68 kuş türünün kaydı yapılmıştır. Görsel koruma alanıdır. Kente bir manzara bütünlüğü sağlıyor ve koruma altında bir alan ilan edilebilir.  Ormanların estetik kalitesi yüksek. Ormanların ekosistem hizmetleri çok. Bunlardan somut olanlar odun, kestane gibi ürünler elde etmemiz. Bir de insanların ruh ve beden sağlığına katkısı var.

En büyük tehdit heyelan

“Cerattepe deyince çanak gibi bir yerleşim yerinin tepesinden bahsediyoruz. Burada en büyük tehdit heyelan. Bölgede sık sık heyelan olmakta. Halkın yaşadığı çanak benzeri yerleşim yerinin tepesinde maden işi yapılırsa halk heyelan tehdidi ile karşı karşıya kalacak. Bu bölge halkı için büyük bir risktir. Artvin halkı madenciliğe karşı çünkü hayatı tehdit altında.

“Yakınımızdaki Murgul’da yapılan bakır madenciliği sonucu yaşamın orada ne hale geldiğini biliyoruz. Burada gerçekten ‘kamuoyu çıkarı’ kavramını sorgulamalıyız. Murgul’da bir ekosistemi kaybettik. Balıkçılık bitti. İçme suyu kaynakları bitti. Peki, madencilikten kazanılan para ne kadar? Bu para kaybedilen ekosistemi yerine koyabilir mi? Burada kamuoyu çıkarı nedir?

“Türkiye’de ÇED raporları güvenilir değil çünkü projesi olan firmalar ÇED raporunu kendileri ücretle hazırlatıyor. Oysa ÇED raporunun bağımsız uzmanlarca yapılması gerek. Şimdiye kadar hazırlanan ve hükümete sunulan yaklaşık 52 bin ÇED raporundan sadece 33 tanesinin tarafından onaylanmamış olması, bu raporların sağlıksız olduğunu bir göstergesi.

“Halkın protestoları sırasında çok sayıda polis geldi. Artvinli TOMA’yı ilk defa gördü. Artvin, Türkiye’nin en güvenli ilidir. İnsanlar gazı, sis bombası sandı önce. Biber gazına da acı biber diyorlar zaten. Bir de plastik mermi kullanıldı. İnsanların feleği şaştı. Isınmak için ateş yakılınca barikat olarak yazıldı bazı gazetelerde. Oysa Artvinliler ısınmak için ateş yaktı. Orada halk ısınmak için üstüne bir de horon teper o kadar. Bir manipülasyona asla izin vermezler. Artvin halkı başbakanın yumuşaklığını protestolarda görmedi.”


Söyleşimizin İngilizcesi burada

1 Mart 2016 Salı

'Türkiye kendi sınırında kendi Gazze'sini yaratıyor'


Eski Irak ve Birleşik Krallık Büyükelçisi Ünal Çeviköz, Türkiye'nin Kürt sorununu çözememesi ve etnik kutuplaşmayı beslemeye devam etmesi durumunda, kendi sınırında bir Gazze yaratabileceğini söyledi.

Kadir Has Üniversitesi Yönetim Kurulu üyesi olan ve Radikal internet ortamında köşe yazıları yazan Çeviköz’le söyleşimizde öne çıkanlar özetle şöyle:

“Türkiye için önerim bir süre dış konularla ilgilenmeyi bırakması ve içeriye kendi zorluklarını çözmeye bakması ve Kürt sorununu çözmek için barış sürecini yeniden tesis etmesi; sonra, içerde istikrar ve güvenliği sağladıktan sonra, potansiyelini bölgedeki diğer ülkelere ilham kaynağı olmak için kullanması. Bu şekilde bölgesel sorunların çözümüne katkıda bulunabilmek için daha kendine güvenli olabilir.

“Soğuk Savaş sırasında bir tarafta NATO, diğer tarafta Varşova Paktı vardı. Soğuk Savaş yılları boyunca Almanya, Varşova Paktı ülkelerine karşı duran bir cephe ülkesiydi. Kuzeyde Norveç, güneyde ise Türkiye vardı. Almanya, Soğuk Savaş sırasında Ostpolitik denen zekice bir politika izledi. Doğu Almanya, Varşova Paktı’nın bir parçasıydı. Almanya Şansölyesi Willy Brandt’ın liderliğinde Doğu Almanya ile barışçı ve yapıcı ilişkiler başladı, iki kamp arasında tansiyonu azaltmak için diyalog gelişti.


“Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı parçalanmaya başladığında Doğu ve Batı Almanya arasında da birleşme süreci gördük. Bugün olansa şu: Avrupa’nın doğusu, batısı ve merkezinde barış var. Karşı karşıya gelmeler sadece eski Sovyet Birliği sınırlarında oluyor. Yeni çatışma alanı ise Akdeniz’in doğusuna, özellikle de Suriye’ye kaydı. Rusya ve yanında Baas rejimi ile İran, karşısında da Batı ve NATO ile müttefik olan Türkiye var. Bu yeni karşılaşma alanında Türkiye odak noktası. Eğer yeni bir Soğuk Savaş’tan söz ediyorsak, Türkiye de cephe ülkesi. Bu da tehlikeli bir gelişme.

“Eğer Türkiye, kendi Kürtleriyle problem yaşamasaydı, eğer Türkiye dışında yaşayan Kürtlere içerideki Kürtler aracılığı ile el uzatsaydı, bu, Soğuk Savaş sırasında Almanya’da görülen Ostpolitik’in yeniden tanımlandığı bir durum olarak ortaya çıkabilirdi. Kürtlerle barış yapmak için Türk tipi bir Ostpolitik gerekiyor.

Türkiye dış politikada bir hatadan diğerine gidiyor

“Stratejik derinlik konseptinin uygulanmasına karşı ciddi şekilde eleştiri var, ve eğer bu son 6-7 yıldaki Türk dış politikasının ana teorik arka planıysa, eleştirilerin kesinlikle haklı yanı var. 2002-2009 arasında Türkiye pozitif bir politika izledi ve örnek bir bölgesel aktördü. Tarafsız bir arabulucu olarak Suriyeli ve İsraillileri yakınlaşma görüşmeleri için bir araya getirmeyi başarmıştı. İsrail ve Filistinliler arasındaki görüşmeler için de yardımcıydı. Ancak dönüm noktası 2009 yılı başındaki Davos hadisesi oldu ve ardından Mavi Marmara olayı geldi. Bu olaylarla beraber Türkiye tarafsızlığını yitirdi çünkü daha önce hiç yapmadığı bir şekilde İsrail’e karşı zıtlık yarattı. Bundan sonra Türkiye engelli olmaya ve avantajlarını kaybetmeye başladı. Artık taraflı olarak algılanmaya başladı. Ve Türkiye bu algıyı değiştirmeye de yardımcı olmadı.

“Bugünse Türkiye dış politikada bir hatadan diğerine gidiyor. Suriye politikasındaki hatalarının yanında bir de dünyaya Sünni oluşumların yanında taraf oluyor izlenimini veriyor. Yakın zamanda İran dışişleri bakanı açıkça Türkiye’nin Suudi Arabistan’la yanyana olmasından mutsuz olduğunu söyledi. Eğer bölgede Şii ve Sünniler arasında bir fay hattı oluşuyorsa Türkiye bunun bir parçası olmamalı. Türkiye bu fay hatlarının ve bölen duvarların dışına çıkmalı. Korkarım, Türkiye’nin son yıllarda izlediği dış politika bu konsepte tamamen karşı.”


Söyleşimizin İngilizcesi burada.

15 Şubat 2016 Pazartesi

Celal Başlangıç: Barış sürecinde bile herkes savaşa hazırlanmış


Bu haftaki konuğum Celal Başlangıç, güneydoğu ve Kürt sorunu ile ilgili olarak sahada bulunmuş, risk almış, kitap yazmış bir gazeteci. 40 yıllık gazetecilik serüveninde hala gerçeğin peşinde. Bu amaçla güneydoğudaki gazetecilere destek çıkmak, en çok da oradaki haberlerin daha çok kişiye ulaşmasını sağlamak amacıyla Haber Nöbeti'ne ilk katılan gazeteciler arasında. Halen çıkmak üzere olan bir kitabı üzerinde çalışıyor: “Hendekleri, Barikatları Anlama Rehberi.”

Lafı fazla uzatmadan, söyleşiye geçelim ve anlamaya çalışalım hendek ve barikatları.


*** Güneydoğu’da olanlar bağlamında içinde bulunduğumuz durumun nedeni nedir? Çözüm sürecinde kırılma noktası nedir?

Kırılma noktası Kobani. Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kobani düştü düşüyor” söylemi iktidarın başka planlarıyla da örtüşüyor. 2014 Eylül ve Ekimm aylarında Türkiye’de gidişatın ve çözüm sürecinin rengi değişti. Ancak özellikle İmralı’nın gayretiyle ip kopmadan yürüdü. İpi koparan AKP iktidarı ve ya da tek başına Tayyip Erdoğan değil; mesele tek başına HDP’nin barajı aşması da değil. Birçok faktörün bir araya gelmesi sonucu bu karanlığa yuvarlandık.

*** En önemli faktörler neler? Kamuoyunun yaygın olarak bilmediği neler oldu?

Barış sürecinde bile herkes savaşa hazırlanmış. Belki de en belirgin köşe taşı 30 Ekim 2014’deki Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı; Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en uzun süren MGK toplantısıdır, tam 10,5 saat. Ondan evvelki rekor 9 saatle 28 Şubat’a aitti. Bugün kanunlaşmış olan İç Güvenlik Yasa Tasarısı 10,5 saatlik toplantıdan çıktı. Bu da bir savaş hazırlığıydı; kurulmamış masa devrildikten sonra meydana gelebilecek olayların devlet güçleriyle bastırılmasının alt yapısıydı. Bir de anlıyoruz ki MGK’nın o toplantısına girdiği iddia edilen bir Çöktürme Eylem Planı var. Bu 2015 Mayıs ayında ortaya çıkmaya başladı ve şu an mecliste duran iki soru önergesiyle de daha belirgin hale geldi. Bugün yaşadığımızı sokağa çıkma yasakları, kentlerin kuşatılması, vs. hepsi o Çöktürme Eylem Planı’nın içerisinde var.

‘Sanki birileri bu gençleri hendek kurmaya özendiriyordu’

*** İktidarın bakışı neydi? Bu tutum, bu plan nedir? Konuyu biraz daha açabilir miyiz?

Zaman gazetesinde, Diyarbakır temsilcisi Aziz İstegün’ün 14 Ocak 2015’de yazdığı bir yazı vardı. Gezi olayları sırasında Lice’de kalekol yapımını protesto ederken öldürülen Medeni adında bir genç vardı. Oradaki çatışma ve gerginliklerde ufak tefek hendekler kurulmuştu. Ama esas çözüm süreci döneminde kurulan ilk hendek Cizre’dedir. Aralık 2104 içinde Cizre’de dört kişi resmi kurşunlarla öldürüldü ve bir kısmı çocuk denecek yaştaydı. Mahalle aralarına girilip baskınlar yapılıyor, insanlar tutuklanıyordu. Bunun üzerine ilk hendekler kuruldu. Ve 30 Aralık 2014’de Cizre Emniyet Müdürü Ozan Başurgan görevden alındı ve yerine bir emniyet müdürü atandı. Bu emniyet müdürü 6 Ocak’ta HDP’li vekiller, dini kanaat önderleri gibi yerel liderlerle konuşarak hendekleri kapatma kararı aldırdı. Hendekler kapandı. Hendeklerin kapandığı gün, hendeklerin kapandığı yerden zırhlı bir polis aracı girdi ve 14 yaşındaki Ümit Kurt’u öldürdü. Bunun üzerine hendekler tekrar kuruldu. Sanki birileri bu gençleri hendek kurmaya özendiriyordu. Kandil’in veya siyasi bir oluşumun iteklemesi yok burada. Yine siyasiler araya girdi, hatta 14 Ocak’ta Hatip Dicle İmralı’da Öcalan’la görüştü. Öcalan’ın mesajı hendekleri kapatın, barikatları kaldırın, yüzü kapalı eylem yapmayın, kepenk kapattırma eylemi yaptırmayın diye. Öcalan’ın bu talimatı üzerine gençler hendekleri kapattılar. Yine aynı gün, bunun görüntüleri de var, bir zırhlı araç girdi ve Nihat Kazanhan diye 12 yaşında bir çocuğu öldürdü. 30 Aralık’ta Cizre emniyet Müdürlüğü’ne atanan Ercan Demir, 20 Ocak’ta tutuklandı – oradaki ölümlerden filan değil, Hrant Dink cinayetinden; belki de başına çorap örüldü bilemiyorum ama Hrant Dink cinayeti işlendiğinde Trabzon İstihbarat Dairesi’nde görevli amirdi ve Dink cinayetinde sorumlu tutulanlardan biriydi. 30 Aralık’ta Cizre Emniyet Müdürlüğü’nden alınan Başurgan tekrar Cizre emniyet müdürlüğüne geri getirildi. Bu bizim batıdan bakınca anlayamadığımız bir süreç olabilir ama eğer devlet karşınızda harekete geçmişse, Kürtler hem genetik olarak hem de refleks olarak tedbir almak zorunda hissediyorlar kendilerini.

‘Kıstırmak, boğmak ve kışkırtmak, işte şu andaki bütün politika bu yönde’

*** Aziz İstegün’ün haberinde başka neler vardı?

14 Ocak 2015 günü, Aziz İstegün Zaman gazetesinde “Ne olacak bu iş?” diye Cizre üzerinden bir yazı yazdı. Bu yazı yazıldığında çözüm süreci devam ediyor, görüşmeler sürüyordu. Yazıda 5 şık var, okuyacağım 5. şık bugün içinde bulunduğumuz durumu en iyi şekilde açıklıyor:
“AKP’nin sürdürülebilir çatışma politikasıyla HDP’yi baskı altında tutmak istemesi. Bu görüşe göre AKP, 7 Haziran 2015’de gerçekleştirilecek genel seçimlere Kürt meselesine dair risk almadan, kayda değer adımlar atmadan gitmek istiyor. Ayrıca siyasi gidişatın normal şartlar altında ilerlemesi durumunda HDP’nin legal alanda mesafe kat etmesi kuvvetle muhtemel. Cumhurbaşkanlığı seçimleri bunu gösterdi. Alevi ve sol kesimin yanı sıra muhafazakar Kürt tabanından HDP’ye kayda değer oy kaymaları mümkün. Bunu engellemenin yolu sürdürülebilir çatışma rejimi tesis ederek HDP’nin siyaset alanını daraltmak. AKP, düşük yoğunluklu çatışma ortamında kendi iktidarını güvende hissediyor. AKP temelde Kürt hareketini kıstırmak, kışkırtmak ve boğmak istiyor.”
Kıstırmak, boğmak ve kışkırtmak, işte şu andaki bütün politika bu yönde. Yaralı insanların günlerdir alınamaması, cankurtaran gitsin diye adres verilen yere zırhlı araçların gidip bombalanması, insanların çığlıklarının telefondan dinlenmesi bile bir kışkırtmadır, kıstırma ve boğma hareketidir. Çatışmalarda ölen PKK’li gençlerin mezarlıklarını bombalamak da kışkırtmaktır.

*** Siz bir yazı yazmıştınız T24’de “Cizre’den Silvan’a; AKP Kürtleri çıldırtmak istiyor!” diye…

Uygulanan politikalar o yönde. Sur’da sokağa çıkma yasağı 70 günü geçti. Şöyle ölçelim, Fatih Sultan Mehmet 6 Nisan’da geldi surların önüne 29 Mayıs’ta aldı, yani 53 gün. Yahu siz 70 gündür ne yapıyorsunuz Sur’da? Polis özle harekatı yetmiyor, jandarma özel harekatını sokuyorsun, yetmiyor bordo berelileri sokuyorsun, yetmiyor sualtı komando birliklerini sokuyorsun, o da yetmiyor korucuları sokuyorsun…

*** AKP tek başına iktidar olamayacağını görünce mi kontrollü çatışma sürecini başlattı?

Bu çatışma, yani MGK toplantısından sonra gündeme gelen mesele, 7 Haziran’dan sonra başlayacaktı. AKP oy kaybettiğini görünce bunu daha öne çekti ve kontrollü çatışma süreci başladı. 30 Ekim’deki Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı ve Çöktürme Eylem Planı’nın çıkmasıyla  HDP’nin seçime parti olarak girme kararı vermesi bu toplantı sonrasına rast geliyor. HDP, 7 Haziran’dan sonra savaş çıkacak, bağımsız olarak girsem savaş çıktığında milletvekilleri en fazla bölgelerine geri gidecek; eğer parti olarak girip yüzde 10 barajını aşarsam AKP’nin tek başına iktidarını engellerim ve barış sürecine katkı sunarım diye düşündü. AKP tek başına iktidar olamayacağını görünce kontrollü çatışma sürecini başlattı. Meselenin ikinci yanı eski devleti, yani eski genelkurmay devletini, de rahatsız eden bir şey var, Kürtlerin Kuzey Suriye’deki yapılanması.

‘AKP’de bir takım çatlaklar var ama tek patron Erdoğan’

*** AKP eski devlet tarafından yutuldu mu yoksa eski devlet AKP ile anlaştı mı? Ayrıca AKP’deki çatlaklara bakınca AKP ile Erdoğan’ı da ayırmak gerekir mi?

Ben ortak olduklarını düşünüyorum. AKP’de bir takım çatlaklar var ama tek patron Erdoğan. Erdoğan’ın geldiği yer de “üniter başkanlık.” Aslında “üniter” kısmı eski devlete ait, “başkanlık” kısmı da Recep Tayyip Erdoğan’a ait. Böyle bir “üniter başkanlık” formülünde anlaşmış gibi görünüyorlar. Bunda hem Kürtlerin yüzde 10 barajını aşması çok etkili oldu hem de Rojava’da ayrı bir kanton yapısına kavuşmaları ve özellikle Ortadoğu’da uluslararası güçlerin tek işbirliği yapabileceği seküler ve etkili bir silahlı güç olmaları. Çünkü IŞİD’a karşı hiç kimse PYD’nin sağladığı kadar başarı sağlayamadı. IŞİD’in durdurulma ve geriletilme noktasında PYD’nin çok büyük katkısı oldu, hatta tek güç olarak PYD görüldü. O yüzden Türkiye panikledi; başına ikinci bir Kuzey Irak meselesi çıkacak diye. 90’lı yıllarda Türkiye’nin kırmızı çizgisi Kuzey Irak’tı, şimdi aralarından su sızmıyor zaten tek dostumuz da orası kaldı. Ancak yine de orada başta yaptığımız hatayı burada yapmayacağız, bunu baştan engelleyeceğiz diyorlar. Bunun altında yatan neden de Kürt fobisi. Bir yanı bu, diğer yandan da Türkiye’nin kendi Kürtleri için ne düşündüğünün ipuçlarını görüyoruz.

*** Ne düşünüyor Türkiye kendi Kürtleri için?

Sınırı belirleyen Berlin-Bağdat demiryolu birçok aşireti ve aileyi de bölmüştür. Bir tarafta insanlar kendi kendilerini yönetecekler, kendi okullarını yönetecek, kendi meclislerini kuracaklar. Bir özyönetim modeli var. Karşı köyünüzde insanlar anadilinde eğitim görecek ve insanlar burada “neden burada da olmasın?” diyecek. Çıta yükselecek. Türkiye’yi korkutan da bu. Belki Barzani tarzındaki bir yönetime daha iyi bakabilirlerdi – uluslararası güçler için de bu geçerli – ama temeli Türkiye’de atılan, teorisi Türkiye’de hazırlanan ve burada önerilen demokratik özyönetim modeli şu anda sınırımızın öbür tarafında hayata geçmiş durumda.

*** Bu zaten olmuş. Şimdi Türkiye neyi önlemeye çalışıyor?

Bölgede Kürtlerin daha fazla ilerlemesini önlemeye çalışıyor. Kurulacak yeni Suriye’de özyönetim modeli olmamasına çalışıyor; kendi patronajında Kürtlerin de ezildiği bir model öneriyor Suriye’ye. Nasıl Türkiye’de tek millet, tek dil, tek bayrak anlayışı var, aynısını Suriye’ye de taşımak istiyor.

‘Baharda gerillanın devreye girmesiyle daha kanlı çatışmalar olma ihtimali var’

*** Bu işin sonu nereye gider? Çatışma daha çok sürer mi?

Bahara kadar bu iş bitmezse, baharda gerillanın devreye girmesiyle daha kanlı çatışmalar olma ihtimali var. İnanıyorum, bu iş masada bitecek ama bu masa ne kadar erken kurulsaydı o kadar Türkler ve Kürtler etrafında olurdu. Masanın kurulması geciktikçe, araya kan girdikçe Türkler ve Kürtler kendiliğinden masaya oturmayacaklar, başkaları, uluslararası güçler onları masaya oturtacak.

*** Bahsettiğiniz, AKP ile “eski devlet” arasında kabul gören “üniter başkanlık” formülü tutar mı? Tayyip Erdoğan başkan olabilir mi?

Genelkurmay, AKP, MHP ve CHP arasında savaş stratejisi konusunda belli bir anlaşma sağlandı. Anlaşma sağlanamayan nokta herhalde Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığıdır. Onun için de bölgede yaşananlar karşısında çok sessiz duruyorlar. CHP Genel Merkezi bazı örgütlerinin zorlamasıyla bölgeye heyetler gönderiyor. Ülkenin bir yerinden her gün ölüm haberleri geliyor, asker, polis, gençler ölüyor ve CHP sanki bunlar yokmuş gibi bir Atatürk resmini kim kaldırdı meselesiyle uğraşıyor. Böyle bir şey olabilir mi? CHP diyor ki Kürt sorunu mecliste çözülmeli. Evet, ama nasıl? Kürt sorunu nasıl çözülecek sorusuna henüz CHP yanıt vermedi. Anadilde eğitim konusunda ne öneriyor? Yerinden yönetim konusunda ne önerisi var? Kemal Kılıçdaroğlu’nun son kurultay konuşmasında bunların hiç biri yoktu, sonradan, ayıp olmasın diye birkaç şey eklendi. Halbuki Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorunudur. 30 senedir bu sorun var.

*** Kürtlerin eskiden Türkiye’den bir ayrılma talebi vardı. Şimdi yok. Özyönetim talebi var ve bu da zaten Türkiye’de diğer herkesin isteyebileceği faydalı bir şey. Bu Türkiye tarafından olumlu karşılanması gereken bir durum değil mi?

1993 yılında Öcalan’la röportaj yapmak üzere Bekaa Vadisi’ne gittiğimde Öcalan ayrı devlet kurmaktan vazgeçmişti. O zaman Cumhuriyet gazetesi yazı işleri müdürüydüm, hatta sorularımdan biri şu olmuştu, “ayrı devlet kurmayacaksan bu gerillanın işi ne?” Şimdi ayrı devlet meselesi özyönetime çevrildi. Kürtler ayrı bir devlet kuracağız dediği zaman Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin orada yaptığı zulüm mazur gösterilebiliyor, daha meşru kabul edilebiliyordu. Ama Kürt siyasi hareketi şimdi “Biz buradan ayrılmayacağız, burada kalacağız, tek, ortan vatan olacak ama biz kendimizi yönetmek istiyoruz” diyor. Devlet aklının şaştığı nokta burası oldu. Bu önerme, kendi kendini yönetim, sadece Cizre’nin, Nusaybin’in değil bütün Türkiye’nin, İzmir’in de, Trakya’nın da sorunu. Deresi üzerine HES yapılacak Rize neden deresiyle ilgili ne yapacağına kendi karar vermiyor da bunun kararı birilerine peşkeş çekilerek Ankara’dan veriliyor? Neden gelirler Rize’de kalmıyor da birilerinin cebine gidiyor? Ancak yine de önermeye Kürtlerin ayrılma planının parçası olarak bakılıyor. Kürtler zaten hep olağan şüpheli oldular. Neden? Çünkü bu devlet yapısı 20 milyon kişiye yoksun diyor. Cumhuriyetin kuruluşunda en çılgın proje Kürtlere yoksun demekti. Bu sefer baktık ki Kürtler varmış ama ya terörist ya da olağan şüpheli.

‘Şiddet uygulanmasını engellemek için anayasa değişikliğine ihtiyaç yok’

*** Başbakan Mardin’de bir plan açıkladı: “10 ayaklı terörle mücadele planı.” Nasıl değerlendirdiniz bu planı.

Bugüne kadar her hükümet bu konuda bir plan açıkladı ama en komiği ve en çapsızı bu. Demokratikleşmeyi anayasa değişikliğine bağlıyor. İnsanların bu ülkede anadilde eğitim görmesi için anayasa değişikliğine ihtiyaç yok. Şiddet uygulanmasını engellemek için anayasa değişikliğine ihtiyaç yok. Yeni anayasa için ön şart olarak başkanlık sistemini getiriyor. Yeni anayasa AKP için başkanlık sisteminden başka bir şey ifade etmiyor. Bu çatışma ortamında yeni anayasa filan çıkmaz, çıksa çıksa hır çıkar. Mecliste yeni anayasa için 330’u bulamazsa seçime gidebilir.  Çatışma ortamı zaten AKP’nin işine geliyor. 1 Kasım seçimine de öyle gittik. Sandık başları askerler, polisler tarafından tutulmuştu.

*** Geçen hafta İçişleri Bakanı Efkan Ala operasyonların birkaç güne kadar biteceğini söylemişti ama operasyonlar sürdü. Bir yandan da Cizre’deki bodrum katında mahsur kalan kişilerle ilgili olarak TRT “60’a yakın terörist etkisiz hale getirildi” haberini yaptıktan sonra, Anadolu ajansı rakamı 8 olarak verdi, Genelkurmay 10. Devletin farklı kurumlarından farklı bilgiler gelmesini neye bağlıyorsunuz?

Gözlemimiz o ki bölgeye gönderilen polis ve özel harekatçıları kendi başlarına buyruk. Belli ki saraydan yönetilen bir yapı oluşturulmuş. Sağlık Bakanlığı ile görüşülüyor, başbakan talimat veriyor ve gidilsin yaralılar, cenaze alınsın deniyor ama giden sağlık ekibinin önü ekibinin önünü özel harekat kesiyor, “Başbakanın talimatıyla geldik” deyince “Sen git başbakanın gelsin” diyorlar. Başbakan Mardin’e geldiğinde Cizre’de sokağa çıkma yasağı kalkacaktı ama hala sürüyor. Herhalde başbakanın gücü yetmedi. Devletin görünen yüzüyle arazideki devlet güçleri farklı. Zaten TRT’de haberin 60 kişi çıkması, ertesi gün Anadolu Ajansı’nın 8 kişi, valiliğin 10 kişi diye açıklama yapıp genelkurmayın da buna ayak uydurması aslında devlet içindeki bir çekişmenin sonucu, hata filan değil. Devletin farklı kanatları farklı tutum aldılar, o yüzden değişik haberler gördük.

‘Esedullah, JİTEM ve Hizbullah’ın karışımıyla ortaya çıkmış bir örgüt’

*** Bölgede çekilen fotoğraflarda duvarlarda devlet güçlerinin bıraktığı Esedullah Timi gibi yazılar ayrıca 3 hilal resimleri gibi grafitiler vardı. Bunlar, orada görev yapan devlet güçleri hakkında bize ne anlatıyor?

90’lı yıllarda bölgede iki karanlık güç vardı; biri JİTEM diğeri de Hizbullah’tı. Bunlar devletle bağlantılı ama direk devletin birimleri olmayan karanlık uzantılardı. AKP iktidarı bölgede Kürtlerle savaş için bu iki uzantıyı resmileştirdi ve üzerlerine de üniforma giydirdi. Esedullah, JİTEM ve Hizbullah’ın karışımıyla ortaya çıkmış bir örgüt. Bölgedeki bazı tanıklıklardan şunu öğreniyoruz. Türkçe, Kürtçe ve Arapça bilenler bu güçlerin başka bir dil konuştuğunu söylüyorlar, bazı iddialara göre Çeçence konuşuyorlar. 90’lı yıllarda özel harekatçıların tabanca kabzalarında ya da yüzüklerinde bozkurt resmi olurdu. Gazeteciler bunu fotoğraflayabilmek için riski göze alırlardı. Şimdi duvarlara kendileri yazıyorlar. Bir de 90’lı yıllarda görev alan özel harekatçıların geri döndüğüne yönelik iddialar var.

*** Bölgede 90’lı yıllardaki deneyimlerinizden yola çıkarak Korku Tapınağı isimli kitabı yazmıştınız. Bugünkü durum üzerine kitap yazsanız ismi ne olurdu?

Bir kitap yazdım, daha çıkmadı: “Hendekleri, Barikatları Anlama Rehberi.” Bu süreç hala devam ediyor ve şu anda “korku tüneli” demek daha doğru çünkü bir korku tünelinden geçiyoruz ve nereye çıkacağı belli olmayan bir tüneldeyiz; karanlık ve hiç ışık görülmüyor.

‘Hem güvenlik hem de askeri açıdan büyük başarısızlık söz konusu’

*** İnsan hakları kuruluşlarının yaptığı çalışmaya göre çatışmalarda 250 kadar sivil kaybı var. Çatışmalar sürüyor ve sokağa çıkma yasakları 2 ayı geçti devam ediyor. Yaklaşık 200 kişinin hendeklerin kurulduğu yerlerde direnişte olduğu söyleniyor. Devlet güçleri, Türkiye’nin güçlü ordusu, 2 aydır 200 kişiyle mücadele edemedi mi? Bu durum, bu operasyonların başarısı hakkında bize ne anlatıyor?

Hem güvenlik hem de askeri açıdan büyük başarısızlık söz konusu. Sivil halkın olması fazla fütursuz davranmalarını engelliyor, görmek lazım. Çatışmaların olduğu hiçbir yerde hiçbir valilik sivil ölümleriyle ilgili açıklama yapmadı. Kürt sivillere düşman muamelesi yapılıyor. 1937’de Dersim’de sivil halkın, çocuk ve kadınların katledildiğini yıllar sonra öğrendik; o zamanki gazetelere göre ayaklanan bir grup asi vardı ve “imha ediliyor” du. Sanki AKP hükümetinin kamu düzeninden anladığı sadece hendek meselesi. Bölgede eğitim bitmiş, sağlık hizmetleri bitmiş, insan hakları yerlerde sürünüyor. Diyarbakır’da araba kazası yapsanız polis karakoldan çıkıp gelemiyor. Bu mu kamu düzeni? Şu anda kuşatma altındaki mahalleler, mesela, Cizre’de Nuh Mahallesi ve Cudi Mahallesi, 80’li yıllarda ortada yoktu. Bu mahallelerde yakılan dağ köylerinden aşağı indirilen köylülerin, Yeşilyurt’ta dışkı yedirilenlerin, faile meçhule kurban gidenlerin çocukları, torunları oturuyor. Onlar dünün taş atan çocukları. Ama öyle bir ceza maddesi getirdiler ki, taş atmakla silah atmanın cezası aynı oldu. İnsanlar da o zaman neden taş atayım diye ellerine silah aldılar. Bu devletin hazırladığı bir kompozisyondur. Sadece AKP’nin de değil, geçmiş devletlerin de bunda sorumluluğu var. AKP çözüm adı altında barışı elinde rehin tutmak istedi ve tutamadığını görünce savaşı tercih etti. Ana tablo bu.

‘Güneydoğudaki gazeteciler gözaltına alınmayı, tutuklanmayı, dayak yemeyi, kafasına silah dayanmasını, hatta kurşunlanmayı söze alarak haber yapıyorlar’

*** Batıdan bölgeye Haber Nöbeti’ne giden ilk gazeteci grubundaydınız. Giden bazı gazetecilerden kimi gazeteciliğe saygı duyduklarından, kimi gerçeğe yaklaşmak ihtiyacından, kimi de gazetecilik dayanışması için bu işe kalkıştıklarını yazdı. Sizin amacınız neydi?


Birkaç nedeni vardı. Birincisi, oradaki meslektaşlarımızın kendilerini yalnız hissetmemeleri; oradaki Kürtlerin Türkiye’nin batısından iyice koptuklarını düşünmemeleri çünkü biz çözüm bulacaksak ortak çözüm bulmamız gerek diye inanıyorum. Bir de orada yaşanan gerçeği aktaran kanalların çoğalmasını sağlamak. Şu değil, oradaki gazeteciler baskı görüyor, haber yapamıyorlar, ulaşamadıkları haberlere ulaşalım değil çünkü oradaki arkadaşlar gözaltına alınmayı, tutuklanmayı, dayak yemeyi, kafasına silah dayanmasını, hatta kurşunlanmayı söze alarak haber yapıyorlar. Yapmadıkları hiçbir haber yok aslında. Sorun o haberlerin belli kanallar içinde sıkışıp kalması ve o gerçeklerin buradakilere ulaşmaması, adeta 1937’nin tablosu gibi. Temel amaçlardan biri bu kanalları açmaktı. Hatta orda genç gazeteci arkadaşlardan biri tanıdığım biridir, o 9 yaşındayken Lice’de köyü boşaltılmıştı. Şimdi Diyarbakır’da gazetecilik yapıyor. “Bizim size ihtiyacımız yok,” dedi. Dedim ki, “Bizim size ihtiyacımız var.” Çözüm ancak ortak bulunabilir. Bu ilk adım çok önemliydi. Türkiye’nin batısında yaşayanların da orada yaşananlara tamamen duyarsız olmadıklarını göstermek açısından da önemliydi. Türkiye’de yerlerde sürünen gazeteciliğin itibarını birazcık iade etmek açsından da önemli. Yeterli mi? Değil. Ancak üç insanın kafasında daha soru işareti oluşturabilirsek bu da önemlidir diye düşünüyorum. Bu nöbeti tutmak için başvuran çok sayıda gazeteci var. Herkes kendi olanaklarıyla katılıyor. Farklı siyasi görüşlerin temsilcileri oraya gitsin istiyoruz. 

Söyleşinin İngilizcesi burada.

13 Şubat 2016 Cumartesi

Kutuplaşma araştırması hakkında Emre Erdoğan ‘Aramıza duvarlar örüyoruz’ diyor


Bu hafta Bilgi Üniversitesi araştırmacılarından Emre Erdoğan’la yaptığı kutuplaşma araştırmasının sonuçlarını konuştuk.

Türkiye’de ilk kez kutuplaşmanın boyutlarını ortaya koyan araştırmanın en çarpıcı sonuçlarına göre katılanların yüzde 76’sı farklı siyasi partiden biriyle komşu olmaya karşı; yüzde 83’ü, kızının kendisini uzak hissettiği siyasi parti taraftarlarından biriyle evlenmesini istemiyor.


Kutuplaşmadan neyi kastediyoruz? Bu soruyu sorduğum Erdoğan’ın yanıtı şöyle oldu:

“İnsanların toplumdaki yerlerinin, kanaatlerinin ve tutumlarının siyasi parti aidiyeti ile belirleniyor olması. Yani duvarları siyasi partilere duyulan yakınlık ve uzaklıkların örmeye başlaması; partililik ile kimliklerin örtüşmesi. Kimse tek bir kimlikle yaşamıyor. Hepimiz farklı kimlikler taşıyoruz. Bunlar ne olabilir? Türk vatandaşlığı, etnik, dini, ideolojik, vs. Kimliklerin duvar örmesini çok beklemiyoruz. Örerse, bunu sorun olarak görüyoruz.  Ayrımcılık ve ötekileştirme tartışmaları kimlikler üzerinden yapılan tartışmalar. Siyasi parti aidiyeti de bir yerde kimliklerle örtüşecektir ama biz başka şeyler de bulduğumuz için üzerinde düşünmeye değer diyoruz. Siyasi parti aidiyeti kimlik haline gelmişse bunu sorun olarak görüyoruz çünkü o zaman duvar örüyor.”

Sosyal medyada da belirgin bir şekilde kutuplaşmanın etkisi var. Neredeyse parti tercihinden bağımsız olarak, Twitter kullanıcılarının kendi görüşlerine yakın kişileri takip ettiklerini, Facebook kullanıcılarının da arkadaş listelerinin siyasal görüşlerinin kendi görüşleriyle uyumlu oldukları görülmekte. 

Araştırmanın sonuçlarına göre herkes birbirine düşman değil, iki büyük düşman var, AKP ve HDP.

Araştırmaya katılanların gözünde Türkiye’de en fazla ayrılığa yol açan konular sırasıyla Kürt sorunu (yüzde 39), 1980 Darbesi (yüzde 30), Gezi Protestoları (yüzde 30) ve 17-25 Aralık Yolsuzluk Suçlamaları (yüzde 29) olarak sayılırken diğer konular yüzde 10’un altında kaldı.

Bununla birlikte, parti tabanları arasında geçmişi değerlendirme konusunda önemli farklılıklar var. AKP sempatizanları arasında en yüksek oranda yanıtlar sırasıyla Gezi Protestolar (yüzde 38), Kürt Sorunu (yüzde 38) ve 1980 Darbesi olarak görüldü. CHP’liler arasında en fazla belirtilen kırılma yüzde 51 ile 17-25 Aralık Suçlamaları ve Kürt Sorunu (yüzde 42) öne çıkıyor. 

HDP sempatizanları Kürt Sorunu (yüzde 36) ve 1980 Darbesi (yüzde 39) kırılmalarını daha fazla belirtiyorlar. MHP’liler için de en önemli tarihsel kırılma Kürt sorunu (yüzde 58) ön planda.

Toplumdaki diğer insanlara kıyasla daha az saygı gördüğünü düşünen grup olarak Kürtler ön plana çıkıyor. Bu konuda en fazla özgüvene sahip olan gruplar ise sırasıyla muhafazakarlar (yüzde 73), dindar insanlar (yüzde 67), Türkler (yüzde 61) ve eğitimli insanlar (yüzde 56).

Araştırma 3-10 Aralık 2015 tarihleri arasında, 1024 kişiyle, 16 ilin kentsel ve kırsal bölgelerinde yüz yüze görüşmelerle gerçekleştirildi ve Amerikan düşünce kuruluşu German Marshall Fund desteğinde Türkiye Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği tarafından Infacto RW araştırma şirketine yaptırıldı.

Söyleşimizin İngilizcesi burada

3 Şubat 2016 Çarşamba

Sosyolog Ayhan Aktar: Tayyip Erdoğan bir Milli Şef rejimi inşa etmek istiyor ve bu maalesef bizim geleneğimizde var


Bu hafta konuğum Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Ayhan Aktar, yeni anayasa tartışması ile tekrar gündeme gelen başkanlık sistemi konusundaki sorularımı yanıtlarken, Tayyip Erdoğan’ın bir Milli Şef rejimi inşa etmek istediğini ve bunun “maalesef” bizim geleneğimizde olduğunu söyledi:

“Milli Şef rejimini bir daha, 2016’da kurmaya çalışıyor. Tayyip Erdoğan, tarihi bir figür olarak Mustafa Kemal Atatürk’le yarışıyor. Belki de bilinç altından ‘Atatürk kurucuydu, ben mükemmelleştirici olacağım’ diyor. Bu nedenle bütün bu yetkileri kendinde toplamak istiyor.”

Aktar, ülkenin doğusu ile batısı arasındaki duygusal kopuşa, Güneydoğu’daki silahlı çatışmalardan Kürt sorununun akıbetine kadar pek çok konuda görüşlerini açıklarken, başkanlık sisteminin AKP’nin sonunu hazırlayacağını da ileri sürdü.


Aktar’la mülakatımız Zaman, Zaman internet sitesi ve T24’de farklı başlıklarla görüldü.


*** Türkiye’nin batısı Güneydoğu’da, Kürt coğrafyasında yaşananlara neden bu kadar kayıtsız?

Bir kaç ay önce bir konferans için İsrail’e gittim. Tel Aviv, Akdeniz kıyısında Los Angeles gibi bir yer. Kızlar sokakta bikiniyle geziyorlar, surf yapıyorlar, hızlı bir gece hayatı var. Halbuki 50-60 km ötede Nablus’a, Ramallah’a gittiğinizde, orada kan gövdeyi götürüyor. Aklıma şu geldi, Türkiye ile İsrail birbirine çok benziyor. Türkiye’nin batısında sakin bir hayat var, Güneydoğu’da, Kürt coğrafyasında ise kan gövdeyi götürüyor. Ve bir çeşit duygusal uzaklık var. Bu duygusal uzaklık çok belirleyici sanıyorum. Sur ve Cizre’de aynen Putin’in Çeçenistan’da Grozni’de yaptığı türde bir operasyon, bir “temizlik” operasyonu, uygulanıyor. PKK’nın günahı yok mu? Tabii ki var. 1972 model, kırlardan şehirlere devrim teorisiyle bir operasyon başlattılar; Temmuz ayının başında savaşı kabul ettiler ve çok ağır bir bedel ödüyorlar. Tabii ki kitle tabanlarını da kaybettiler. 24 bin nüfuslu Sur ilçesinde 22 bin kişi orayı terk ettiyse ve geriye kalan 2000 kişi de o hendeklerin başında duran zavallı çocukların ailesiyse, insanlar çocuklarına göz kulak olmak için orada kalmayı seçtilerse, burada PKK açısından düşünülmesi gerekenler var. Ama orada olanlar, Türkiye’nin batısındakileri ilgilendirmiyor, Türkiye’nin batısında bomba patladığında da Kürtleri pek ilgilendirmiyor. Sanki Türkiye zihinsel açıdan bölünmüş vaziyette.

*** Bu bölünmüşlük nasıl giderilebilir?

Herhalde yeni bir anayasa ve yeni bir toplumsal sözleşme ile. Ama şu anda iktidar partisinin kafasındaki anayasa taslağı ile değil! Çünkü verdikleri görüntü, devletle Kürtler arasında helalleşmeyi getirebilecek bir toplumsal sözleşme gibi gözükmüyor. Daha çok başkan babamızın yetkilerini arttıracak aşırı merkeziyetçi bir rejim getirecek gibi görünüyor. 78 milyonluk memleketi, dünyanın 17’inci büyük ekonomisini bütün kararları Ankara’dan vererek nasıl yönetebilirsin? Bir sosyoloji profesörü olarak benim bunu aklım almıyor.

‘Parlamentodaki o kart kutuları merkeziyetçiliğin en güzel göstergesi’

*** Cumhurbaşkanı zaten başkan gibi davranıyor, yeni bir anayasaya neden ihtiyacı olsun ki diyen gözlemciler de var…

Ben buna katılmıyorum. Fiilen (de facto) kullandığı yetkileri hukuki (de jure) hale getirmek istiyor. Mesela, X üniversitesinin öğretim üyeleri Ahmet ya da Ayşe’yi rektör seçmiş, cumhurbaşkanı da bu kişiyi atamak zorunda kalıyor ama o rektörden hoşlanmıyor. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı rektör seçimini kaldırıp o işi merkezden halletmeyi istiyor. Bu kadar gelişmiş bir ekonomide, yerel taleplerin bu kadar patlamış olduğu bir yerde hala her şeyi merkezden hallederek nereye gidebilirsin? Yıllar önce, parlamentoya gittiğimde ziyaretçi kart kutularının çokluğu dikkatimi çekti. ‘Her gün buraya bu kadar adam girip çıkıyor mu’ diye sordum, ‘evet’ dediler, güldüm. Bir sürü iş merkezden hallediliyor Türkiye’de. Mesela Erzincan Lisesinde bir matematik öğretmeninin ataması Ankara’dan yapılıyor, ya da Trabzon devlet hastanesinde bir hemşirenin ataması. Bütün bu atamaları ya da tayinleri torpille yaptırabilmek için insanlar Ankara’ya gidiyorlar. Parlamentodaki o kart kutuları merkeziyetçiliğin en güzel göstergesi. Trabzon devlet hastanesinde çalışacak bir hemşirenin atamasını Trabzon Devlet Hastanesi ya da Trabzon İl Sağlık Müdürü yapsa ne olur? Dünya mı yıkılır?

*** Bunu tartışmıyoruz bile…

Tartışmadığımız gibi merkeze daha fazla yetki istiyoruz; merkezde de bürokrasiye değil, başkan babamıza yetki istiyoruz. II. Abdülhamit dönemini çalışan tarihçiler Osmanlı arşivinde iki türlü kaynağa bakarlar. Birincisi, nezaretler -- Hariciye, Maarif, Dahiliye vs- evrakıdır. İkincisi de, Yıldız evrakıdır.  Çünkü II. Abdülhamit, Osmanlı bürokrasisini yerinde tutmuştur ama Yıldız Sarayı’nda kendine çalışan bir bürokrasi oluşturmuştur. Bir sürü vali sultana doğrudan yazarlar ve bunlar daha önemlidir; ciddi bir mesele bütün açıklığı ile nezaret yazışmalarında değil Yıldız evrakında görülür. Bu çerçevede galiba tarih tekerrür edecek. Bundan 100 sene sonra Cumhuriyet arşivlerine giren bir tarih doktora öğrencisi Beştepe saray evrakına bakmak zorunda kalacak. Mesela Şırnak Valisi ya da Şırnak Emniyet Müdürü belki de saraya yazmak zorunda kalacak. Halbuki dünyada trend merkezden taşraya yetki devri şeklindedir (desantralizasyon). Veya işlerin yerel olarak kararlaştırılması. Aşırı merkeziyetçi bir sistemde bürokrasinin etkin çalışması imkansız hale geliyor.

‘CHP’nin yenilenmesi için o Milli Şef dönemi ile arasındaki ideolojik bağını kopartması lazım’

*** Peki bu kadar geri ve zorsa iktidar neden hala bu sistem istiyor?

Bir sebebi siyasi kültürümüzdür. Geçenlerde Üstün Ergüder’le olan mülakatınızda, Üstün Hoca diyordu ki, ‘Tayyip Erdoğan’ı biz delirttik çünkü her şeyi kendisine soruyoruz, bana da rektörken her şeyi sorarlar ve deli ederlerdi’. Bizde, ‘bir de, beyefendiye soralım’ kültürü vardır. Yalakalıkla da desteklenir. Bürokratlar kesinlikle inisiyatif alamazlar ve öyle de kalmaları istenir.

*** CHP kurultayına Kemal Kılıçdaroğlu tek aday olarak girdi ve 990 oyla yeniden Genel Başkan seçildi. 248 geçersiz oyun büyük bölümünde delegelerin oy pusulasına Mustafa Kemal Atatürk yazdığı iddia edildi. Siz demiştiniz ki, Recep Tayyip Erdoğan’ın yarıştığı şahsiyet Mustafa Kemal Atatürk. Türkiye’ye başkanlık sistemi gelirse manzara nasıl olur?

Tayyip Erdoğan’ın istediği başkanlık sistemi Amerikan usulü değil. Obama’nın sahip olduğu yetkiler Tayyip Erdoğan’a az geliyor. Diyor ki, mesela, ‘ne biçim iş, Obama Ankara’ya bir büyükelçi bile atayamıyor’. Tabii ABD’de atamanın yapılabilmesi için büyükelçi adayının Senato Dışişleri Komisyonu’nda ifade vermesi gerek. Ancak komisyon onayından sonra atanabiliyor. Dolayısıyla bu sınırlamalar Tayyip Erdoğan’ı kesmiyor. Latin Amerika’daki diktatörlüklerin başkanlık sistemine gelince, o yetkiler 1982 anayasasında var. Ancak darbeci Kenan Evren onlarla mukayese edilebilir. Peki, istenen nedir? Tayyip Erdoğan bir Milli Şef rejimi inşa etmek istiyor ve bu maalesef bizim geleneğimizde var.

*** Milli Şef ne yapar?

Nüfusun yüzde 85’inin kırsal alanda oturduğu, köylerin yollarının yılın 6 ayı kapalı olduğu 15 milyonluk bir memlekette, bir şeyler yapar. Milli Şef sistemi bu küçük toplumda anlamlı olabilirdi. Bu zaten iki savaş arası dönemde Avrupa’nın realitesidir. Ama Tayyip Erdoğan’ın şimdi istediği sistem, Milli Şef sisteminden esinlenen bir rejim ve buna CHP’liler itiraz edemezler. AKP’liler dönüp ‘yapmayın kardeşim, biz Atatürk ve İnönü’nün sistemini istiyoruz’ deseler CHP ne cevap verecek? Yani Mustafa Kemal veya İsmet İnönü’nün sahip olduğu yetkiler konusunda sesini çıkarmayıp aynı yetkileri Tayyip Erdoğan istediği zaman ses çıkarmak olacak bir şey değil, bu CHP ve Kemalistler açısından bir açmazdır. CHP’nin yenilenmesi için o Milli Şef dönemi ile arasındaki ideolojik bağını kopartması lazım. Bu her zaman gündemdeydi, şimdi daha çok gündemde. CHP’nin kalkıp İsmet Paşa’nın sistemini yerin dibine batıracak lafları söylemesi lazım, söyleyemiyor. Recep Tayyip Erdoğan ise söylüyor; yok ‘Dersim’ diyor, yok ‘tek parti diktatörlüğü’ diyor ama o Milli Şef rejimini bir daha, 2016’da kurmaya çalışıyor. Tayyip Erdoğan, tarihi bir figür olarak Mustafa Kemal Atatürk’le yarışıyor. Belki de bilinç altından ‘Atatürk kurucuydu, ben mükemmelleştirici olacağım’ diyor. Bu nedenle bütün bu yetkileri kendinde toplamak istiyor.

*** Başarabilir mi bunu peki?

Başarmanın fizibilitesi yok. Nüfusun yüzde 90’nın şehirlerde oturduğu, dünyanın 17. büyük ekonomisi olan, sosyal medyanın bu kadar geniş, herkesin şu veya bu şekilde fikir beyan ettiği bir memleketi tek parti rejiminin anayasal sistemiyle yürütmek mümkün değil. Yani cumhurbaşkanının emriyle faizleri düşük tutalım filan dersen, ekonomi patlar. Bunların maliyetleri çok ağır olur. Dikkat edin, 1929 dünya ekonomik krizinde Türkiye’nin batısı ezilmiştir. Anadolu’nun ücra köylerine bir şey olmadı, çünkü dünya ekonomisine entegre değillerdi. Ama İzmir ve çevresi dışarı üzüm, incir, pamuk gibi mallar satıyordu. Bunlar satılamayınca olaylar çıktı, 1930 Menemen olayını böyle açıklamak gerekir.

‘Orta sınıfları vergilendirince Ankara’da saray yaptıramazsın’

*** AKP ekonomik vizyonu olan bir parti olarak dikkat çekti. Bundan sonra gözü kör olabilir mi?

Şöyle bir Türkiye’yi sürdürmek artık mümkün mü? Devlet gelirlerinin yüzde 30-35’inin dolaylı vergilerden alındığı -- yani benzin, mazot, rakı, sigara gibi şeylerden – bir ekonomik düzeni nasıl sürdürebilirsiniz? Devlet, beyanname usulü bir vergi kanununa geçmeye mecburdur. Şimdi Türkiye’de yolsuzlukla mücadelede bazı şeyler hiç gündeme gelmiyor. Diyoruz ki, iktidara gelenler çalıyor. Ortalama vatandaş, ‘bana ne!’ diyor. Haklı, çünkü vergi vermiyor. Vergi verse, ‘benim paramla hovardalık yapamazsın’ diyecek. Kısacası, artık büyümek için orta sınıfları vergilendirmek zorundasınız. Onları vergilendirmeye başlayınca ciddi yatırımlar yaparsın ancak. Orta sınıfları vergilendirince de Ankara’da saray yaptıramazsın, adama hesap sorarlar. Böyle gidemez. Gitsin dersen bir kaç sene sonra ne köprü, ne baraj ne de yol yapabilirsin. Zaten AKP’nin ekonomik büyüme formülü genel olarak inşaat sektörü üzerinden gidiyordu. Ama GAP gibi büyük kamu yatırımları bitirilemiyor. Çünkü kaynak yok.

*** Geleceğe dönük beklentileriniz neler? Ümidiniz var mı?

Başkanlık sistemi AKP’nin sonunu hazırlar. Diyelim ki başkanlık sistemi kuruldu, 2018’de bir ekonomik kriz oldu ve 2019 cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP karşıtı genç ve ağzı laf yapan bir lider aday oldu ve başkanlığı aldı. O yetkilerle ne olur? Fransa’nın son anayasası General de Gaulle için yapılmıştır. François Mitterrand solun cumhurbaşkanı adayı olarak 1981’de seçildi geldi ve ilk bir ay içinde bütün yetkileri dibine kadar kullandı. ‘Ne oluyor?’ dediklerinde, ‘valla, bu elbise General de Gaulle için dikilmişti ama bana da cuk oturdu’ dedi. Türkiye’de şu an iktidara biat eden bürokratlar var ya, yeni başkana de öyle bir biat ederler ki, AKP’lilerin aklı hayali durur. Birden hanımlarının başları açılır, çocuklar İmam Hatip’den alınır, öğlen yemeğinde de bira içmeye başlarlar. Memur takımın uyum kabiliyeti çok yüksektir. Şu an yaratılan kutuplaşma ortamında yüzde 49.5 a karşı yüzde 50.5 var. Bir sallantıyla o yüzde 49.5, yüzde 40’a inerse, yüzde 60’ın desteğini alacak birisi gümbür gümbür gelir ve o başkanlık yetkilerini bir güzel kullanır. Kısa vadede çok ümitli değilim, ama uzun vadede başkanlık yetkileri AKP’nin sonunu hazırlar.

‘AKP’nin oluşturduğu orta sınıf iktidarın bekçisi haline geldi’

*** Tekrar en baştaki konuya, Türkiye’nin doğusu ile batısı arasındaki uçuruma dönersek, aslında bunun benzeri Diyarbakır ölçeğinde dahi yaşanıyor. Diyarbakır’a giden bir Amerikalı arkadaşım kentin çatışmalardan uzak bir semtinde hayatın batıdakinden farkı olmadığını söylüyordu. Görüşünüz?

IMC televizyonunu izlerken, zulüm altındaki Kürtlerin haberlerinden sonra bir bakıyorsunuz reklam arasında karşımıza Diyarbakır’da cenneti vadeden rezidans reklamları çıkıyor. Bu da Diyarbakır’ın diğer gerçeği. Türkiye’de büyüyen bir orta sınıf var ve borçlu insan çok. Son altı yılda 110 bin kişi hapse girmiş kredi kartı borcunu ödeyemediği için. 2,670,000 kişi de icra takibinde. Neredeyse her 4 yetişkinden biri ciddi borçlu. AKP iktidarının yarattığı bir orta sınıf gerçeği var. Bu orta sınıflardır ki, Temmuz ayında başlayan askeri tırmanmayı – bombalar patlıyor, operasyonlar yapılıyor, şehit cenazeleri vs. – görüp bir daha istikrar için AKP’ye oy verdiler. Kamuoyu araştırmacıları, ‘insanlar istikrarı seçti’ diyorlar. İstikrarı seçerek bir anlamda bu orta sınıfların konsolidasyonunu yaratmış olan iktidara bir şans daha verdiler. Evet, istikrar tam anlamıyla geri gelmedi ama daha kötüsü olabilirdi diye düşünüyorlar. Futbol deyimiyle 3-0 mağlup olacağın bir maçtan 0 – 0 berabere ayrılıyorsan iyidir. Öyle bakılıyor. Ve Tayyip Erdoğan açısından bu kitleler TOKİ’den ev almış, kira gibi taksit ödeyen, araba borcunu ödeyen kitleler, AKP iktidarının bekçisi halindeler. Zaten muhalefetin de bir inandırıcılığı yok. İsrail’deki durum da aynı.

*** Nasıl?

Netanyahu tabanı içinde önemli bir grup eski Doğu Bloku ülkelerinden gelen Yahudi nüfus. Onlar da yeni bir vatan bulmuşlar. İsrail’i kuran İşçi Partisi mensupları onlara burun kıvırarak bakmış, gariban köylü muamelesi yapmışlar. Aynı şekilde, Arap ülkelerinden ve Afrika’dan gelen Yahudilere de köylü muamelesi yapmışlar. Bunlar bu defa dinlerine sarılmış ve Netanyahu’nun seçmeni olmuşlar. Çok benziyor iktidar yapıları. İsrailli arkadaşlara biraz takıldım: ‘Google translator’da Erdoğan yazıp “tercüme et” komutuna basınca karşılığı Netanyahu olarak çıkıyor’ diye. İlk başta duruyorlar, sonra gülüp haklısın diyorlar.

*** Bu çok ilginç çünkü hem toplumda hem de AKP’de İsrail karşıtı bir manzara var…

Aşk hayatında ve fizikte olduğu gibi benzer kutuplar birbirlerini iter, pek yan yana gelmezler. İki taraftaki siyasi iktidar birbirine çok benziyor. Hatta muhalefetteki İsrail İşçi Partisi ile Türkiye’deki CHP inanılmaz derecede birbirine benziyor. Onlar da son derece çaresiz, ne yapacaklarını bilmez vaziyetteler. İsrail devletini biz kurduk ama bu hale düşmeyi hak ettik mi diye ağlaşıyorlar. Ayrıca, CHP gibi geriatrik sıkıntı içindeler, liderleri yaşlı. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilere gelince, siyasi düzeyde soğuk sürse bile iktisadi düzeyde çok yakın olarak devam ediyor. Türk-İsrail ticaret hacmi 5 milyar doları geçmiş durumda.

*** Onların da Kürtleri Filistinliler mi oluyor? Tabii ki İsrail ile Filistinlilerin ilişkisi Türkiye’de 

Kürtlerle olan ilişkiden epey farklı. Türkiye’de Türk ve Kürt iç içe, dinleri aynı, vatanları aynı, vb.
Evet, bazı benzerlikler var. Ama benim üzerinde durduğum şey daha çok iktidardaki iki siyasi akım ve iki liderin yönetme biçimlerinde benzerlik olduğu. İsrail’de farklı olan, orada hukuk sistemi aslanlar gibi çalışıyor. Geçenlerde, savcılar Netanyahu’nun karısının 7 saat boyunca ifadesini aldılar. Yolsuzluklar araştırılabiliyor; bazı eski bakanlar, başbakanlar bu yüzden hapse girebiliyor. İsrail bir kanun devleti. Bu Türkiye’de maalesef olmayan bir şey.

‘Türkiye’de İslamcılık da PKK da bitiyor’

*** Kürt bölgesindeki çatışma daha çok sürer mi sizce?

12 Eylül 1980 darbesi Türk solunu bitirmiştir denir, bir yere kadar doğru. Silahlı bazı örgütleri bitirmiştir ama sol fikriyatı bitirmemiştir. Sol fikriyatın tam bitişi Türkiye’de 28 Şubat’tır. 1997 ve sonrasında, kendine ‘sol’ diyen insanların ‘özgürlükçü’ olamadığı bir dönem yaşandı. Çoğu orduya asker yazıldılar. 2002’den sonra gelen AKP iktidarı ise bölgedeki trendlere uygun olarak İslamcılığı bitirdi. Yani, ‘Efendim, biz Müslümanız. Biz çalmayız, yolsuzluk yapmayız’ dediler. Fakat 17-25 Aralık’la artık bu laflar da ciddiye alınır olmaktan çıktı. Orta Doğu’da da İslamcılık bitti. Bölgede de, ‘biz Müslümanız; İslam barış dinidir’ diyen adamlar canlı yayında gırtlak kesiyor. ‘Biz Müslüman insanlarız, otoriter bir tek parti rejiminden demokrasiye geçmeyi başarırız’ diyen Mursi ve İhvancı takımının Mısır’daki hali de ortada. İşte ve dışta olup bitenler Türkiye’de İslamcılığı bitirdi.

PKK’nın Haziran sonunda iki polisin öldürülmesini üstlenerek savaşı kabul etmesi ve 1972 model, Vietnam’dan ilham alan, kırlardan şehirlere devrimci halk savaşı iddiasıyla bazı şehir merkezlerinde yığınak yapmaları da PKK’yı bitiriyor. Bugün Diyarbakır’da insanlar devletin yaptıklarına karşılar, ama PKK’nın yaptıklarına da karşılar. Şaka maka 14 senelik tarih dilimi içinde İslamcılık da, PKK üzerine yükselen silahlı mücadele hikayesi de bitiyor. Ama Kürt meselesi bitmez. Kürtlerin eşit hak, kimlik ve tanınma mücadelesi tabii ki devam edecek ama bu mücadelenin bayraktarı artık PKK olamayacak gibi duruyor. PKK, Haziran’dan bu yana aldığı kararlarla HDP’yi de bitirdi. Bir takım kamuoyu araştırmaları HDP’nin de barajı geçemeyeceğini söylüyor. Yani Kandil’deki silahlı kanat, HDP’li siyasileri ve Selo Başkan’ı da yedi bitirdi. Eğer Tayyip Erdoğan bir baskın seçim yaparsa, bugün TBMM’deki Kürt bölgesinden gelen milletvekillerinin çoğu AKP tarafından temsil edilir. Yakında, Öcalan devreye girer diye düşünüyorum. Gidişat o yönde. Şimdi, kuşatma altında mahalleler var. Çember de gitgide daralıyor. Bir yerde sona erecek. Umarım bir an önce barış masası kurulur. Durum çok karanlık olsa bile, hayal kurmaktan vaz geçmemek lazım!

25 Ocak 2016 Pazartesi

Barış Meclisi’nden Necmiye Alpay: ‘Barış sürecine dönmek çok zor ama, başka çaremiz de yok’


Bu hafta konuğum Kürt sorununun çözümüne katkı sunmak için kurulmuş olan Türkiye Barış Meclisi (TBM) üyesi yazar Necmiye Alpay, barışa dönmenin zor olduğu bugünlerde, bunu yapmanın ne kadar hayati bir önem taşıdığına işaret etti:

“Kürtlerin duygusal kopuşundan epey söz edildi. 2010 yılına kadar, Kürt kanaat önderleri barış için hâlâ çok geç olmadığını fakat kendilerinin barışın konuşulabileceği son nesil olabileceğini söylüyorlardı. Araştırmalar, Türkiye’den ayrılmak isteyen Kürtlerin yüzde 30 oranında bile olmadığını gösteriyor, geriye kalan yüzde 70 ayrılmak istemiyor. Ancak, barış süreci olmazsa, savaş tüm fiziksel ve psikolojik sonuçlarıyla böyle devam ederse durum daha da kötüleşebilir.”

Hükümet tarafından sorunlara çözüm olacağı öne sürülerek gündeme getirilen yeni anayasa tartışması konusunda ise Alpay görüşlerini şöyle ifade ediyor:

“Anayasa, toplumun üzerinde mutabakata vardığı bir metindir. Bu mutabakata varmak için de özgürce tartışma yapmak gerekir. Hükümeti eleştiren herkesin tehdit ve tacizle karşılaştığı bu ortamda yeni bir anayasadan söz etmek mümkün değil.”


Alpay’la söyleşimizin ana başlıklarla özeti şöyle:

*** Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “önümüzdeki süreçte ne bölücü terör örgütü ne de onun güdümündeki parti ve diğer yapılar asla muhatap alınmayacaktır, o iş bitmiştir” dedi. Güneydoğu’da çatışmalar devam ederken bu ifadeyle ilgili olarak görüşleriniz neler?

Bunu duyduğumda aklımdan geçen iki şey oldu. Birincisi ne kadar vahim bir durumda olduğumuz ve savaşın muhtemelen devam edeceği. İkincisi de Tayyip Erdoğan’ın yarın, bugün söylediğinin tam tersini söyleyebileceğiydi. Televizyonda bazı AKP mensupları, Erdoğan’ın bu sözlerinden önce, silahlı örgüt mensuplarının artık bir barış süreci olmayacağını söylediklerini ileri sürüyorlardı. Bunun doğru olup olmadığını kontrol etmedim ancak doğruysa şaşırmam çünkü silahlı örgüt, sadece Türkiye içinde değil dışında da aktif ve bu çatışma artık sadece Türkiye’nin sorunu değil. Bir savaş var ve savaşta güç gösterisi yapılıyor. Her iki taraf da geri adım atacak gibi gözükmüyor.

*** PKK ve ilişkili diğer organizasyonların barış fikrinden tamamen vazgeçtiğini düşünüyor musunuz?

Silahlı örgütün barış fikrinden bu kadar kolay vazgeçtiğini düşünmüyorum, çünkü Türkiye’deki çatışmadan Kürt halkı çok acı çekiyor. Hiç 7 gün 24 saat süren sokağa çıkma yasakları yaşadığımızı hatırlamıyorum. Bu, askeri darbe dönemlerinde dahi olmamış bir şey. 

‘7/24 sokağa çıkma yasakları hiç olmamıştı’

*** Uluslararası af örgütü (Amnesty International, AI) yeni yayınladığı bir raporda Türkiye’nin Güneydoğu’sundaki çatışmalardan 200 bine varan sayıda yerli halkın etkilendiğine ve hayatlarının tehlikede olduğuna dikkat çekerek, devletin uyguladığı yöntemlerin insan haklarına aykırı olarak toptan cezalandırmaya vardığını vurguladı. Bazı gözlemciler bu dönemi 12 Eylül dönemine benzetip karşılaştırıyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

İki kötü dönemi birbiriyle karşılaştırmak doğru değil çünkü farklı açılar var. Ancak hak ihlalleri o kadar ağır ki, bu dönemleri karşılaştırmak zorunda bırakılıyoruz. 12 Eylül zamanında gözaltında ciddi şekilde sistematik işkenceden geçen insanlar bugün ya bu yüzden hayatta değiller ya da fiziksel ya da psikolojik olarak yaralanmış durumdalar. Bunlar insan hakları kuruluşları tarafından raporlandı. Şimdi işkence yok mu? Var. Ancak iki dönem bu açıdan karşılaştırılamaz. İçinde bulunduğumuz durumu ayıran en çarpıcı özellik hukukun ayaklar altında olması. … Ayrıca daha önce de söylediğim gibi 7/24 haftalarca, hatta aylarca süren sokağa çıkma yasakları hiç olmamıştı, güvenlik güçleri ölü bedenleri sokaklarda sürüklememişti. Her dönemde farklı kötülükler yaşadık. Her dönemin ortak noktası diyebileceğimiz bir şey var, o da kötü şöhretli “Türk gladyosu” ki Erdoğan ve hükümet bunun üzerine gitmek yerine onunla uzlaşmış görünüyor.

*** Hükümetin eski sözcüsü Bülent Arınç’ın bir haber mülakatı sırasında müzakere masasında Abdullah Öcalan da “olacak, olmalı” demesi sizi şaşırttı mı?

Ben Arınç’a “supap” diyorum. Tayyip Erdoğan’ın sert sözlerini yumuşatan bir supap. Bazıları da Arınç’ın iyi polisi oynadığını söylüyor. Öte yandan, Öcalan’ın rolü barış süreci için önemli. Kürt halkı için sembolik açıdan önem taşıyor. Hemen hemen bir yıldır avukatlarını ya da ailesini görmesine izin verilmiyor, mutlak olarak tecrit edilmiş durumda ve Kürt halkı bu duruma tepki veriyor.

*** Hükümet Öcalan’ı tecrit ederek etkisini azaltmaya çalışıyor gibi görünüyor, sizce Öcalan’ın yeniden konuşmasına izin verilirse şiddet azalır mı?

Sanıyorum azalır. Hatırlayın, barış sürecinin başlangıcında silahların devrinin sona erdiğini ve artık müzakere zamanı olduğunu söylemişti. Tekrar konuşabilse, muhtemelen silahlı çatışma çağrısı yapmayacaktır. Ancak özerklik için pazarlık edebilir ve hükümet bu yüzden Öcalan’ın söyleyeceklerini halkın duymasını istemiyor.

‘Hiçbir silahlı örgüt müzakere sürecinde silahları bırakmamıştır’

*** Barış sürecinin yeniden başlaması PKK’nın silahları bırakması koşuluna dayandırılıyor. Bu mümkün mü?

Şimdiye kadar hiçbir silahlı örgüt müzakere sürecinde silahları bırakmamış. Dünyada bunun tek bir örneği yok, ne İspanya’da ETA, ne Britanya’da IRA, vs. Devlet silahlı örgütle silahları bırakmanın detaylarını konuşabilir ancak anadilde eğitim, özerklik, anayasa gibi konular Kürt halkının temsilcileriyle konuşulur.

*** Hükümet gündeme tekrar yeni anayasa yapımını getirirken barış sürecine de girilmesi olasılıklı mı?

Değil çünkü AKP hükümeti bir yandan HDP’ye yükleniyor, diğer yandan Güneydoğu’da Kürt halkı üzerinde zulüm uyguluyor. Bu şartlar altında yeni bir anayasa hakkında nasıl konuşabilirsiniz? Yeni bir anayasayı konuşabilmek için özgür bir ortam gerekir. Herkes baskı altında. Gazeteciler, akademisyenler baskı altındayken yeni bir anayasa hakkında tartışmak mümkün mü? … Hukukun üstünlüğü yok. Kirli bir savaş var. Türk gladyosunun yeniden aktif olduğuna dair soru işaretleri var. Hâlâ pek çok siyasi cinayetin “faili meçhul”. Hrant Dink ve Tahir Elçi cinayetleri de bunların içinde yalnızca ikisi.  Hukuka uygun davranılmıyor.  Bu yüzden, yeniden barış sürecine dönmek çok zor ama, başka çaremiz de yok. Yoksa bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti olmayacak.

*** Barış süreci olmazsa Türkiye Cumhuriyeti’ne ne olacak?

Kürtlerin duygusal kopuşundan çok bahsedildi. 2010 yılına kadar, Kürt kanaat önderleri barış için hâlâ çok geç olmadığını, fakat kendilerinin barışın konuşulabileceği son nesil olabileceğini söylüyorlardı. Araştırmalar, Türkiye’den ayrılmak isteyen Kürtlerin yüzde 30 oranında bile olmadığını gösteriyor, geriye kalan yüzde 70 ayrılmak istemiyor. Ancak barış süreci olmazsa, savaş tüm fiziksel ve psikolojik sonuçlarıyla devam ederse durum daha da kötüleşebilir.

*** Olabilecek en kötü senaryo nedir?

AKP’nin PKK’yı tamamen yok etme gibi bir takıntıyla Suriye ve Irak’a girmesi. Bu tür bir senaryo üçüncü bir dünya savaşı demek olabilir çünkü bölgede hâlihazırda 60 ülkenin silahlı kuvvetleri var.

‘Akademisyenler devletin en tepesinden tehdit ediliyor’

*** “Bu suça ortak olmayacağız” diyen Barış için Akademisyenler bildirisine karşılık bazı akademisyenler bildirinin içeriğine, sadece devleti suçlayan, PKK konusunda hiçbir şey söylemeyen tek taraflı bir bakışa sahip olduğunu öne sürerek karşı çıktılar. Sizin görüşünüz nedir?

Bildiriyi imzalayan akademisyenler öylesine tehditlerle karşı karşıya kaldılar ki, bildirinin içeriği ikinci plana düşmüş durumda. Bu tehditler hem devletin en üst kademesinden hem de Sedat Peker gibi cezaya çarptırılmış bir mafya patronundan dahi geldi ve Peker oluk oluk kan akıtmaktan, akademisyenlerin kanlarıyla yıkanmaktan söz etti. Bazı akademisyenlerin çalışma odalarının kapılarına çarpı işaretleri konulması Nazi dönemini çağrıştırdı. Bunlar öylesine öne çıktı ki bildirinin içeriğini tartışacak durumda değildik. Burada çok vahim olan ne Cumhurbaşkanı ne de Başbakan’ın daha önce Tayyip Erdoğan’la iyi pozlar vermiş olan Sedat Peker’in tavrına karşı bir söz etmemiş olmalarıdır. Sedat Peker’e karşı açılan iki soruşturma da akademisyenlerin girişimiyle oldu, savcıların girişimiyle değil. Sedat Peker gibi suçlular, onları bu tür tehditlerinden ötürü kınamayan otoriteden bu dolaylı desteği almasalardı zaten bu kadar cüretkâr olamazlardı.

İçeriğe gelince, bence metinde yanlış yorumlamaya açık bazı sözcükler vardı. Ancak imzaladığımız her bildiride böyle ifadeler olabilir. Daha önce üniversitelerde ders veriyordum artık vermiyorum ve bu yüzden de metin imzalamam için bana gelmedi. Ama gelseydi, içeriği de destekleyerek imzalardım. Bir noktada sesimizi yükseltmemiz gerekiyor, bunu yapmazsak otoriteden gelecek her türlü baskıyı kabul etmeye hazır olmamız gerekir.

Barış süreci devam ederken ilgili dinamikleri ele alan bir konferanstaki sunumlar, Alpay ve Türkiye Barış Meclisi  Sözcüsü Hakan Tahmaz editörlüğünde Barış Açısını Savunmak isimli kitapta toplandı.



23 Ocak 2016 Cumartesi

'Brüksel'den Türkiye'de hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına ilişkin eleştirel sesler duyacaksınız'

Bu hafta konuğum Avrupa Parlamentosu (AP) Başkan Yardımcısı olarak sorumlulukları arasında insan hakları ve demokrasi konuları da bulunan Alexander Graf Lambsdorff. Kendisi ayrıca Almanya Liberal Partisi'nin (FDP) AP'deki başkanı.
 

İngilizce gazetedeki söyleşimizin başlığı Lambsdorff'a atfen, "Brüksel'den hak ve özgürlüklere ilişkin eleştirel sesler duyacaksınız" olmuştu.

Türkçe Zaman gazetesinin dış haberler sayfasında söyleşinin bir kısmı haber olarak şu başlıkla çıktı: "AB'ye katılım sürecinin bir yere gittiği yok."

Yine Türkçe olarak söyleşiden bölümler Zaman online tarafından başka bir başlıkla kullanıldı: "Türkiye'nin AB'ye üyelik çabaları ciddiyetten uzak."