Hülya Gülbahar hem bir hukukçu hem de kadın hakları
savunucusu ve eylemcisi. Kendisiyle avukatlık bürosunda ilk söyleşiyi yaptığım
günü dün gibi anımsıyorum… 2007 yılıydı. Gülbahar, Kadın Adayları Destekleme
Derneği KA-DER’in taze başkanıydı. Meclisteki kadın milletvekillerinin
azlığından, bunun nedenlerine, kadın adaylardan beklentilerden KA-DER’in
bıyıklı kadınlar kampanyasına kadar pek çok konuyu konuşmuştuk. Aklımda en çok
yer eden ve her anımsayışta dudağımda acı bir gülümseme bırakan Gülbahar’ın şu sözleriydi:
“İş siyasette erkeklere geldiği zaman kimse lise
diplomaları olup olmadığını, yabancı dil bilip bilmediklerini, çok eşli olup
olmadıklarını, hatta kendilerine karşı açılmış soruşturma olup olmadığını,
kadına karşı şiddet uygulayıp uygulamadıklarını – bunlar kamuoyu tarafından
bilinse dahi -- sormuyor. Ancak bir kadın aday gündeme geldiğinde, önce iyi bir
anne, eş ve başarılı bir iş kadını olduğunu ispatlaması gerekiyor. Hangi
erkeğin aday olmadan önce ebeveyn ve eş olarak nitelikleri sorgulanıyor? Oysa
kadınlar siyasete girdiği zaman master derecesi sahibi olmaları, yabancı bir
ülkede doktora yapmış olmaları, birden fazla yabancı dil bilmeleri, ata
binmeleri, piyano çalmaları ve hatta at üstünde piyano çalmaları bekleniyor.”
Yıllar içinde Gülbahar’ın görüşlerine pek çok defa başvurdum,
ve her seferinde sorularıma inanılmaz bir enerjiyle, gece gündüz fark etmeden zaman
yaratarak verdi yanıtlarını. Son olarak geçtiğimiz hafta bir araya
geldik. Bu son buluşmaya vesile olan olay, Türkiye’yi, özellikle de kadınları
ayağa kaldıran, 20 yaşındaki Özgecan Aslan'ın bir erkek tarafından hunharca katliydi. Her gün en az bir kadının bir erkek tarafından öldürüldüğü
Türkiye’de 2009’dan beri resmi olarak kadın cinayeti rakamları kamuoyuna
bildirilmiyor. O zamanki Adalet Bakanı Saadettin Ergin, 2009 yılının ilk 6 ayında 953 kadının erkekler tarafından öldürüldüğünü söylemişti. Bundan sonraki dönemde kaç kadının erkek cinayetine kurban gittiğini anlamak için kadın hakları savunucuları iğne ile kuyu kazıyor. Ve söyleşimizde, kadına karşı şiddetin
artmasında özellikle ve öncelikle devletin sorumluluğu nedir diye sorunca,
bakın Gülbahar neler dedi:
“Kadına karşı şiddet ve ayrımcılık sapık, cani, canavar,
hasta ruhlu, işsiz, alkolik erkeklerin fevri davranışları ile gerçekleşen ve
toplumu üzüntüye boğan münferit olaylar değil toplumun her alanına kök salmış sistematik
bir insan hakları ihlali. Sorun toplumsal olduğu için bütün uluslararası
belgeler bu sorunu çözmenin devletin görevi olduğunu söyler. Ne yazık ki
iktidar son dönemde hiçbir eleştiriyi kabul etmediğinden şiddet rakamlarını
çarpıtmak ve gizlemek pahasına da olsa kendi dönemindeki artışı ve devlet
olarak yükümlülüklerini yerine getirmemesini saklamaya çalışarak bu
sorumluluktan kurtulmaya çalışıyor. Ve daha da önemlisi kadın erkek eşitliğine
inanmıyorum söylemiyle siyasette yükselttiği ve bürokraside atadığı tüm
kadrolar eliyle topluma, ailenin ve toplumun yöneticisinin erkek olduğu fikri
empoze edilmeye çalışılıyor.
“Türkiye ortak sosyal hayatında yakın zamana kadar
duymadığımız “kavvam” kavramını -- İslami olarak erkeğin kadının koruyucusu ve
kollayıcısı olduğu -- çokça duymaya başladık. Medeni yasada aile reisliği
kaldırılmış olmasına ve aile içi tüm hak ve sorumluluklar eşler arasında eşit
paylaştırılmış olmasına rağmen ailede erkeğin üstünlüğüne dayalı bir modelin
propagandası yapılıyor. Ailede, toplumda ve devlette reislik takıntısı var. Her
topluluğa bir baş, en yüksek yetkilerle donanmış bir reis atama hayalinin en
kolay gerçekleştirebileceği alan olarak aile pilot seçilmiş durumda – istihdam
yasasının içine konan 500 aileye bir sosyal hizmet uzmanı konusu, kadınlar ve
aile için son derece riskli bir alan; özel hayatın en mahrem alanlarının bile
devlet tarafından fişlenmesi anlamına geliyor. Kaldı ki mecliste yasalaşmayı
bekleyen taslak kişisel verilerin korunması kanunu insanların cinsel yönelimlerinden
cinsel partnerleri olup olmadığına, etnik kökenden özel yaşam alışkanlıklarına
kadar her şeyin fişlenmesi ve bu verilerin şirketlere ve başka devletlere
satışı iznini veren bir metin.
“Bütün dünyada şiddet yüzde 5-10 artarken Türkiye’de
kadın cinayetlerinde yüzde 1400 gibi artışlar olmasının Türkiye’nin siyasi
iklimi ile bağlantısı var. Devlet bu bağlantının görülmemesini istiyor. Oysa ki
imzaya Türkiye’de açıldığı için İstanbul Sözleşmesi olarak anılan, 1 Ağustos
2014’de yürürlüğe giren Avrupa Konseyi Şiddet Sözleşmesi’nin devlete yüklediği
sorumluluklar var; mesela:
“Sözleşmeye göre taraf devletlerin, kadınların aşağı bir
cins olduğuna ve kadınlarla erkekler için alışılagelmiş rollerin bulunduğu
düşüncesine dayanan önyargı, örf ve adet, gelenek ve her türlü farklı
uygulamayı ortadan kaldırmak için gerekli önlemleri alma yükümlülükleri vardır.
Devletler ayrıca, kadın ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış
modellerinin değişmesini sağlamak için politikalar üretir. Sözleşme özellikle
de kültür, örf ve adet, gelenek, din veya sözde “namus” gibi kavramların,
şiddet uygulamak için bir mazeret olarak kullanılmasını engeller.
“Bu açık ifadeye rağmen devlet bunun tam tersini yaparak
kadınlarla erkeklerin yaradılışları nedeniyle fıtratlarının farklı olması ve bu
yüzden hiçbir zaman eşit olamayacakları propagandasını yapıyor olması
Türkiye’de şiddetin artmasındaki en önemli sebeplerden bir tanesidir. Çünkü
Türkiye’de kadınlar haklarından feragat etmek istemiyorlar.
“Siyasi iktidar açıkça kadın erkek eşitliğine
inanmadığını söylüyor. Recep Tayyip Erdoğan ilk olarak Dolmabahçe’de kadınlarla
buluşmasında söyledi. Türkiye’de bütün mevzuattan kadın-erkek eşitliği kavramı
kaldırıldı. Sonra toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı kullanıldı ancak bunun
LGBT bireyleri de kapsayacağı düşünülerek o da kaldırıldı. Toplumsal cinsiyet
eşitliği kavramının görüldüğü her yere fırsat eşitliği kavramı ekleniyordu.
Şimdi o kavramdan da söz etmeme aşamasına gelmiş bulunuyoruz ve eşitlilik
kelimesi yerine insanların yaradılışları gereği donatıldıkları kadınlık ve
erkeklik işlevleri arasında bir eş değerlikten ya da eşitlik yerine adaletten
bahsedilmiş oluyor. Eşitlik iktidarın ürettiği metinlerde insanların Allah
katında kul olarak eşitliği kavramına dayandırılıyor. Allah’ın önünde kul
olarak eşitlik kavramı çocuk bakımından evin geçiminin sağlanmasına kadar
değişik alanlarda kadınlar ve erkekler arasında eşit sorumluluk, eşit haklı paylaşım,
erkeğin evde çocuk bakması ve kadının dışarıda çalışması modelini
imkansızlaştırıyor. Kadının en önemli ya da tek kariyerinin annelik olduğu
iddiasıyla propaganda yaparsanız bu rollerin dışında roller edinmek isteyen
kadınlar – eğitim, çalışma, siyaset yapma, sivil toplum kuruluşu toplantılarına
katılma hakkı -- ciddi şiddete maruz kalıyorlar.
“Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç kadınların kahkaha
atmasına karşı çıkmasıyla gündeme gelmişti. Bu konuşmasında kadınların cep
telefonuyla çok konuştuğu şikayeti de vardı. Bu kadar üst düzey bir müdahale ile
kadınlara karışılması çok vahim bir şeydir zira kadınları cep telefonu ile
konuşma konusunda ürkütmek, erkeklere de bu konuda karışmak hakkını verme amacı
taşıyor demektir. Takip ettiğimiz kadın cinayetlerinden birisi kadın telefonu
açmadığı içindi; bir başkasında ise kadın telefonu açtığı için öldürüldü; bir
başka kadın da telefonda gülerek konuştuğu için öldürüldü ki bu sonuncusunun
kız kardeşi ile konuştuğu ortaya çıktı...
“Ayrıca Diyanet işleri mesaisinin yarısını insanların
sevişirken üstünü örtüp örtmeyecekleri, banyo yaparken iç çamaşırlarını
çıkartıp çıkartmayacaklarını söyleyerek harcıyor. Hatta onların yetiştirdiği
din adamı görünüşlü şahsiyetler de erkeklerin annelerinin diz kapağından tahrik
olup olmayacaklarını tartışıyor. Topluma pompalanan bu muhafazakar ve dinsel
yaşam biçimi nedeniyle erkekler bu yaşam biçimini savunmak üzere kışkırtılmış,
kadınlar ise itiraz etmemek ve itaatkar olmak üzere sindirilmiş oluyorlar.
Hükümetin atadığı bütün kadrolar, kadın erkek eşitliğini aşındırmak üzere
çalışıyor. Bu nedenle hükümeti şiddetle kınıyorum.
“Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif evleri raporuna göre 2009’da cinsel suçlardan cezaevine giren tutuklu ve hükümlü sayısı 7100. 2013’de bu rakam 12 bin 585’e sıçramış. Cinsel suçların çok azı mahkemeye geliyor ve çok az tutukluluk ve mahkumiyet kararı çıkıyor ama bu kadarcık veriyle bile 4 yılda rakamlar katlanmış. Üstelik genel olarak suç oranları arttı denilemez çünkü aynı raporda örneğin uyuşturucu kullanımında artış 23 bin 82’den 24 bin 890’a çıkmış, yani sembolik bir artış var ancak bedensel şiddet suçlarında katlamalı bir artış görüyoruz.
“Bütün dünyada şiddet artıyor bu artış yüzde 5-10 oranlarında olmasına rağmen sürekli istatistiki verilerle denetleniyor. Bu kadarlık artışlar bile hükümetleri alarma geçiriyor ve birden fazla bakanlığı eşgüdümlü çalışmaya sevk ediyor.
“Bizde ise kadına yönelik şiddetle ilgili 2009 sonrası resmi cinayet rakamı olmadığı gibi kadın örgütleri ve gazetecilerin taleplerine rağmen sadece kısa bir ön rapor açıklandı ve raporun tamamı bize verilmedi. Dolayısıyla kadına şiddetin ne kadar arttığını göremiyoruz. Ancak açıklanan ön raporda bile şöyle anlamlı bir gerçeği görüyoruz: 2009 raporuna göre gebe her 10 kadından birisi şiddete uğradığını söylüyor. 2014 araştırması da gebe 10 kadından birinin şiddete maruz kaldığını gösteriyor -- “annelik kutsaldır” “cennet annelerin ayakları altındadır” “onlar melektir” propagandasına rağmen 2008-2014 arasındaki 6 yılda, yüzde 1’lik bile düşme olmadığını görmüş oluyoruz. Muhtemelen bu nedenle ne araştırmayı yapan Hacettepe Üniversitesi ne de Aile Bakanlığı bu rakamları açıklamıyor.”