27 Nisan 2015 Pazartesi

Sivil toplumun sesi boğuldu



Bu haftaki Monday Talk konuğum aynen böyle dedi ve ekledi, “Bu yüzden politikaya girdim ama olmadı, HDP dışında partiler politikada kadınlarla çalışmak istemiyor.”

Kendisi sivil toplumda kadın hakları alanında yıllarca mücadele vermiş liderlerden biri: Çiğdem Aydın. Kadın Adayları Destekleme Derneği’nin (KA.DER) 2010-2014 başkanı ayrıca Kadıköy Kent Konseyi’nde de başkanlık yaptı. KA.DER hem kadın adayları politikaya girme yolunda eğiten hem de siyasi partileri kadın aday gösterme konusunda zorlayan bir sivil toplum kuruluşu (STK).



Çiğdem Aydın politikaya girme sebebini şöyle açıkladı:

“Sivil toplumun sesi boğulmuş durumda. AKP kendi sivil toplum kuruluşlarını kuruyor. Bu anlaşılır ve dünyada ilk defa onların yaptığı bir şey değil. Ancak burada yanlış olan bütün fonları kendi STK’ ları için kullanmaları, bizi tamamen dışlamaları. Yeni bakanla birlikte pek çok şey değişti.”

Peki bu dışlama nasıl oluyor, Fatma Şahin’den sonra atanan yeni bakan Ayşenur İslam’la neler değişti diye detayları sordum kendisine:

“Fatma Şahin bir telefonun ucundaydı. Ya o size arar, ya siz onu arar mesela derdiniz ki, kadın istihdamının geliştirilmesi için bir önerimiz var; sizi dinlerdi ve çalışmaya devam ederdiniz. Ayşenur İslam ile 9 ay boyunca temas kuramadık, hiç bir randevuya cevap vermedi. Kadrolarda birlikte iş yaptığımız insanlar gitti. AKP’nin STK’larına fon aktı. Bunun yanı sıra toplantılara çağırmadılar. Protokol listelerinden çıkardılar ve davetlerine AKP’nin STK’ları çağrıldı. Biz arayıp sorunca da davetli değilsiniz dediler.”

Kadın meselesinde donma ve geriye gitme dönemi

Bu gelişmelerle beraber sivil toplum kuruluşlarında artık etkin iş yapamayacağına, alanın daraldığına kanaat getiren Çiğdem Aydın politikaya atılmaya karar veriyor:

“Hükümetle o güne kadar zor da olsa beraber yapmayı başardığımız pek çok meselede kapının kapandığını gördüm ve dedim ki artık STK’larda iş yapmak çok kısıtlayıcı. Bir de kadın meselesinde donma ve geriye gitme dönemindeyiz. İleri gidiş hiç yok, kadını aile içinde görme meselesi arttı. Meclisteki komisyonlarda bunu yapmak daha uygun olabilir diye siyasetin içine girmek istedim ancak hiç kolay değil.”

Çiğdem Aydın’ın ve onun gibi siyasete girmek isteyen kadınların karşısına çıkan engeller türlü türlü:

“En büyük zorluk para; başvuru ücretleri yüksek. CHP’de kontenjana başvuranlardan 7500 lira, ön seçime başvuranlardan da 5000 lira isteniyor ancak başvuran kadın, engelli ve genç olursa bu miktar 2500 lira. Bu rakamların en düşüğü bile kadınlar için önemli miktarlar. Parayı bulabilmek için banka kredisine başvuran kadınlar biliyorum. MHP’de bu rakam sadece 1000 liraydı, en düşük olan o. Bununla da kalmıyor. Kendinizi tanıtmak için yapacaklarınız var, web sitesi kurmak, sosyal medya paylaşımları, pankartlar yaptırmak, astırmak, broşürler, vs. gerek. Bireysel olarak sadece beni al, onu alma dediğiniz bir süreç. Evet, para en önemli mesele ama bir de ilişkiler meselesi var. Kendinizi diğerleri arasında en iyisi olduğuna inandırmanız gerekiyor.”

Çiğdem Aydın, CHP’ye kontenjan adayı olmak için başvurdu zira bu kategori STK veya sendika üyeleri, üniversite çalışanları gibi aday adayları için. Ancak partide kabul görmedi ve bunun nedenini de şöyle açıklıyor:

“Anlaşıldı ki CHP kadın hareketinden kimseyle beraber çalışmak istemiyor. Kotalar aday adaylığı için başvuru yapmayan kişilerle dolduruldu. Yani biz başvuru yaparak CHP bütçesine katkı sağlamaktan başka bir şey yapmamış olduk.”

Melda Onur sistemin kurbanı

CHP, bu defa ön seçim uygulamasını denedi ancak bu sistem kadınların yararına olmadı. Toplumun içinde, çalışmalarıyla örnek olan kadın milletvekillerinden en tanınan Melda Onur listelerde arka sıralarda kaldı.

“Melda Onur ön seçime girdi. Bu uygulanma kadınlara uygun değil. İki farklı listeyle ön seçime gitmek sonra da fermuar sistemiyle bu iki listeyi birleştirmek gerekirdi. Erkekler CHP örgütünde şöyle düşünüyor: ‘Nasılsa kotaları var, kadın oranı düşük kaldığında genel merkez nasılsa oraya kadınları yerleştirecek, dolayısıyla seçilmeseler de olur.’ Böyle olunca kadınlar İstanbul’da listelerde aşağıya düştüler. Hâlbuki bir erkek bir kadın listesi yapılsaydı Melda Onur üst sıralarda olurdu ama araya erkeklerin rekabeti girdi. Hala şansı olabilir çünkü İstanbul’un vekil sayısı 88’e çıktı.”
Çiğdem Aydın’ın partilerin aday belirleme sistemlerine yönelik eleştirileri özetle şöyle:

“Bir işyerine eleman alırken 15 dakika konuşarak alır mısınız? Çalışmalar aylar önce başlamalı. Kontenjan adaylığına başvuran kişileri parti kültürü hakkında eğitmek için zaman gerek. Bu her partide sorun ama AKP’de aday seçme süreçleri bu sefer hiç demokratik değildi. 6330 başvurudan 1600 başvuruya indiler ve hepsini mülakata aldılar, 600 gibi bir rakama indirdiler. Öte yandan seçme ve seçilme demokratik bir hak, bunu nasıl engelleyebilirsin ki?”

Baraj kesinlikle kaldırılmalı

“Yüzde 10 barajı asla kabul edilemez. Sadece seçim barajı değil, artık oyların en fazla oy alana eklenmesi de tam olarak bir oy hırsızlığı. Yüzde 50 oy olan parti ‘artık oylar’ yüzünden mecliste yüzde 65 milletvekili sahibi olabiliyor.

“Bu sistemde ötekilerin – kadınlar, engelliler, Ermeniler vb. – sayısal çoğunluğu olmayan grupların temsil edilmesi mümkün değil. Ayrımcılığa yol açıyor. Numunelik engelli ya da Ermeni adaylar gösteriliyor.”

Kadın aday oranlarında HDP’den başka örnek yok. HDP’nin adayları yüzde 50 oranında kadın. Bu oran CHP’de yüzde 19, AKP’de yüzde 18, MHP’de yüzde 9.
Çiğdem aydın, erkeklerin kadınlarla çalışmak istemediğini, erkeklerin ortak dili, işleri, rutinleri olduğunu ve kadını aralarında istemediğini söylüyor.

“Erkek egemen tam da bu demek. Bu odalarından bile belli. Hele de kendine güvenen, ne dediğini bilen, sağduyunun ve aklın sesini dillendiren kadınları hiç istemiyorlar. Bunu içerden görmek şaşırtıcı değil ama üzücü.”



Çiğdem Aydın, “odalarından bile belli” deyince erkek milletvekili odalarında erkek egemenliğini pekiştiren neler var diye sordum:

Duvarda şiltler asılı, erkek sendikacılarla çekilmiş fotoğraflar. Aile resmi, eşlerle resim filan yok. Hep erkekler birbirlerine plaket veriyor. Toplumun içinde değiller, ziyaretlerde birbirlerine verdikleri plaketlerle fotoğrafları var. Odalarda çiçek yok, çiçek sekreterlerin odalarında.

“Bu seçimde pek çok partinin listesinde siyaseten ölmüş adamlar var. 70 yaşını aşkın ama yine vekil yapılıyor – danışmanı, koruması, arabası olacak. Hem vekil emeklisi maaşı olacak hem yine vekil maaşı. Oysa milletvekilliğinin çılgın bir temposu var. Müthiş enerji istiyor. Burada devletin imkânlarını kullanma olayı var ve pek çok erkek böyle bir düzenin içinde olmak istiyor. İşi bizden daha iyi yapacakları için değil ama emirleri altında sekreter, şoför vs. var. Bundan hoşlanıyorlar.”

HDP kadınlarla beraber çalışıyor

“Çünkü bir demokrasi ve özgürleşme anlayışını yerleştirmeye çalışıyorlar ve tabi ki bunu kadınsız yapmak mümkün değil.

“Feminizmin doğuşu sırasında kadınlar oy hakkı için çalışma yürütüyor ve tabi zenci kadınlar da var burada. Beyaz kadınlar zenci kadınlarla bir araya gelince zenci kadınlar diyor ki bizim erkeklerimiz de fena halde ezilmekte. Zenci kadınların feminizm içine dâhil olması zaman almıştır. Kürtlerle Türklerin de beraber çalışması bu duruma benziyor; Kürt erkek de çok ezilmiş durumda. Sadece Kürt erkeğin durumunu iyileştirmek için çalışsalar doğru olmaz. Bu yüzden kadın ve erkek beraber mücadele veriyorlar.

“Umarım bundan sonrası için örnek olur diğerlerine. Bunun yapılabildiğini gösteriyorlar. Eş başkanlık yapıyor ve kadınları ön plana çıkarıyorlar, kadınların siyaset yapabildiklerini gösteriyorlar. Aslında en fazla kadın milletvekili AKP’de var ama kürsüyü kullanma durumunda olanlar, önerge verenler bağımsız kadın vekiller. KA.DER olarak kadın vekillerin performanslarına da baktık, mecliste gördüğümüz daha az sayıda olan bağımsız kadın vekil, daha çok sayıda iş çıkarıyor.

“CHP, AKP, MHP kadın meselesine vurgu yaptılar ve daha fazla yer vereceğiz dediler. Ancak seçilebilir yerlerde değil kadınlar. Bunun uydurmasyon, göstermelik bir seçim vaadi olduğunu gördük.

“Geçen seçimde Recep Tayyip Erdoğan başbakanken 81 ilden 81 kadın çıkaracağız dedi, olmadı. Bu defa da AKP’nin koyduğu 99 kadın seçilebilir yerlerde değil, ancak 40-45 kadın meclise girebilir. 
CHP için de aynı şey söz konusu."



Kadınlar örgütlü bir karşı çıkış gösteremedi

“Buna karşı kadınların örgütlü bir karşı çıkış gösterememesi de ayrıca hayal kırıklığı. Kadınlar kendi adaylarını belirleyebilirdi, şu sırada olmazsak olmaz pazarlıklarına girebilirlerdi ama yapmadılar.

“Bu problemin kaynağı partilerin kadın kollarının düzenlenmesinde. Sosyal ve kültürel kol olarak kurulduklarından fazla siyaset yapmaları beklenemez. Parti için güzel işler yapmaları beklenir. Mesela A partisinin B ilçesinin kadın kolları başkanı ilçede kaç kreş var bilmez ama kaç ev dolaşıp broşür dağıtacaksın deseniz size sayısını verir. Ama kadın politikası yapmayı düşünmez. Dolayısıyla bir aday çıkarmak için örgütlenmek, pazarlık yapmak gibi bir politika olması gerektiğini fazla düşünmezler.

“Kadın hareketi bu manada daha örgütlü ama oy vermek bireysel bir şey ve herkesin tuttuğu bir parti var. Kadına yönelik şiddet meselesinde STK’lar beraber organize olabiliyor ama kadın-siyaset-temsiliyet meselesinde bu örgütlülük olamıyor. Aslında bu parti kadın kollarında yapılsa daha iyi olur çünkü o partiye inanan onlar.”

Kadınlar haklarını kullanamaz hale geldiler

“Kadınların yasal kaybı yok ama fiiliyatta kayıpları var. Kürtaj yasak değil ama doktorlar yapmıyor çünkü kontrol ve baskı altındalar. Nüfus artsın diye çocuk parası veriliyor ve evlenme yardımı yapılıyor bunlar kadını istihdamdan koparan şeyler. Yardım almak için işten ayrılmanız gerekiyor. Bir zihniyet meselesi var. Kadınlar haklarını kullanamaz hale geldiler. Boşanma, çocuk velayeti var ama kullanamıyor. Sürekli aile aile diye yayın yapılıyor. Cumhurbaşkanı film setine giriyor ve bir oyuncu hanım hamile, Emine hanım hemen ‘başkan 3 istiyor’ diyor. Bunlar toplumda bir kadın portresi çiziyor ve kadınlar da öyle bir şey olmamız gerekiyor diye düşünüyorlar. Demokratik ülkelerde kadınlar hayatın ve kararların içinde ama kadını ne kadar eve kapatırsanız o kadar ifade özgürlüğü olmayan ve gerici bir alana çekiliyorsunuz demektir.”


20 Nisan 2015 Pazartesi

Çözüm süreci nereye?



"Bakın dikkat edin onlar açısından çözüm süreci nedir biliyor musunuz? Matbaaya giderken yolda düşmüş iki sayfa kağıttan ibarettir. O kadar. Çözüm süreci onlar için budur. Ama bizim açımızdan yaşam gerekçemizdir." 

HDP Eş Genel Başkanı ve İstanbul milletvekili adayı Selahattin Demirtaş bu sözleri İstanbul 3. Bölge milletvekili adayları ile 19 Nisan Pazar günü Esenyurt Cumhuriyet Meydanı'nda düzenlenen halk buluşmasında söyledi. Neden? Çünkü Başbakan Ahmet Davutoğlu, çözüm sürecinin AK Parti seçim beyannamesinde yer almayışını, daha doğrusu sadece isminin geçmesini, böyle açıklamıştı:

“Dijital ortamda metin baskıya gönderilirken bazı kaymalar olmuş, bir iki sayfa düşmüş. Onlar eklenerek beyanname tekrar baskıya gönderilecek.”

Kürt sorunu ile ilgili çözüm süreci nihayete ererse silahların susması, toplumsal barış ve tüm yurttaşların haklardan eşit olarak yararlandığı daha demokratik bir Türkiye mümkün olabilecekken başbakan, çözüm süreci bu ülke ve vatandaşları için ne kadar önem taşıdığına vurgu yapmayınca insan düşünüyor: Çözüm süreci acaba matbaaya giderken yolda düşmüş iki sayfa kağıttan mı ibaret?

Kısa bir süre önce Cumhurbaşkanı  Recep Tayyip Erdoğan da "Kürt meselesi yoktur!" deyince Kürtler ve çözüm yanlıları elbette karamsarlığa düştü.

Demirtaş’ın ifadesi Kürtlerin çoğunun hislerini yansıtıyor. Yaklaşık iki yıldır süren çatışmasızlık ortamı ve İmralı’da Abdullah Öcalan’la, ayrıca PKK ile yapılan görüşmeler umut verdi. Binlerce kişinin yaşamına mal olan, yıllardır toplumda düşmanlıklara yol açan bir sorunun çözüm yoluna girme ihtimali bile önemli ancak artık iki yıl oldu, beklentiler gittikçe artıyor.

11 Nisan’da Ağrı kırsalında meydana gelen çatışma, pek çok haberde “PKK askere saldırdı” benzeri başlıklarla verildi. Olayın detaylarına bakınca, tarafların birbirinden çok farklı, hatta çelişen açıklamalar yaptığını gördük.

Seçim öncesi dönemde çatışmasızlık durumu sürerken bu olay neden çıktı? HDP’nin oylarının düşmesini istemeyen herhalde çatışma çıkarmaz; peki barajı aşma ihtimali olan HDP’nin oy oranını düşürmeye yönelik bir çaba mı var?

Bu hafta Monday Talk konuğum Türkiye Barış Meclisi’nde (TBM) 2007 yılından beri Kürt sorunun çözümü için çabalayan, hükümete öneriler sunan gazeteci Hakan Tahmaz, kuruluşundan beri uzun süre Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nde (ÖDP) başkan yardımcılığı da yapmış olan bir kişi. 




Hakan Tahmaz'a ilk sorum 15 Nisan’da açıklanan AK Parti'nin seçim beyannamesinde Kürt sorununa ya da çözüm sürecine yönelik açıklama olmamasına tepkisiydi. Yanıtı kısaca şöyle oldu:

“Barışçıl bir çözüme ulaşmak için AK Parti tarafından ifade edilen bir siyasi irade yok. Belli ki barış süreci derin dondurucuda. Sadece bu da değil; hükümet  tarafından diğer tarafı düşmanlaştırma ve şeytanlaştırma da var.”

Bu şeytanlaştırmanın en bariz örneğinin Ağrı olayıyla ortaya çıktığını söyleyen Tahmaz, Demirtaş’ın hükümet tarafından hedef haline getirildiğini, Genelkurmay’ın olaydan uzak durduğunu, ve belli ki olaya valilikten verilen talimatla jandarmanın karıştığını belirtti.

Söyleşimizden altı çizilecek bölümler şöyle:

“Hükümetin yanlışı henüz olay hakkında araştırmaları yokken, bölgeden sağlam bilgiler edinmeden hem cumhurbaşkanının, hem başbakanın hem de diğer bazı yetkililerin açıklamalar yapıp, HDP’yi suçlu çıkarmaya çalışmaları ve çatışmadan fayda sağlamak istemeleridir. Hükümet olayla ilgili olarak Ankara’dan yorum yapmadan önce Ağrı’da incelemler yapmalıydı.

“AK Parti’nin seçim beyannamesi iki şeyi gösteriyor. İlki, HDP’yi meclise sokmamak için uğraşacağı, ikincisi de milliyetçi oylara oynadığı. Zaten bu iki amaç Kürt sorununu çözmenin önündeki engellerdir de diyebiliriz.

Dünyada çatışmalar Türkiye’deki gibi çözülmüyor

“Dünyanın hiçbir yerinde çatışmalar Türkiye’deki gibi çözülmemiştir. Öncelikle her iki tarftan da sivil toplum sürece dahil edilmeliydi. Çözüm süreci meclis zemini de taşınmadı. Biz toplum olarak neden sadece hükümet ya da HDP yetkililerin açıklamalarıyla yetinmek zorunda kalalım ki? Demokratik bir müzakere süreci yaşanmıyor.

“Çözüm sürecinde henüz bir ilerleme kaydetmedik; sadece çatışmasızlık ve diyalog mevcut. Hükümetin bir yol haritası yok. Ayrıca belli ki çözüm sürecine direnen bir bürokrasi ve güvenlik kadrosu var. Dünyanın başka ülkelerinde bu gibi sorunların çözüm süreçlerinde, devlet görevlileri çatışma çözümü konusunda eğitimden geçerler; Türkiye’de bu da olmadı.

“Eğer Türkiye’de kuvvetler ayrılığının olmadığı ve tek kişinin hakimiyetine dayalı bir başkanlık sistemi olursa, bu çözüm sürecinin sona ermesi anlamına gelir. Zaten süreç şimdi de çoğunlukla Erdoğan’ın tek taraflı isteklerine göre yürüyor. Bu davranış şekli, başkanlık sistemiyle bir de kurumsallaşırsa, silahların bırakılması gibi en temel amaçlardan bile uzaklaşabiliriz.



Hükümet atadığı valiyi kontrol edemiyorsa…

“HDP’nin başarılı olup barajı geçme ihtimali çok yüksek çünkü bu potansiyeli ona AK Parti sağlıyor. AK Parti yüzde 10 seçim barajını kaldırmayarak son derece demokratik olmayan bir tavır sergiledi. 2009 ve 2011’de AK Parti gerilim siyaseti izleyerek kazandı ancak bu artık sürdürülebilir değil. Hükümet gerilim politikasına devam ederse, milliyetçi oylarını arttırır. Provokasyonlara gelince, eğer bunlar oluyorsa, hükümet bunları önlemekle yükümlü. Ayrıca hükümet atadığı valileri kontrol edemiyorsa, otorite sorunu var demektir. Bir de günümüzde hızlı iletişim yolları sayesinde provokasyonlar çok çabuk gün ışığına çıkıyor.

“HDP’nin meclise girdikten sonra AK Parti ile işbirliği yapacağını düşünenler, ya Kürt siyasetini bilmeyenler yada HDP hakkında korku ve önyargılara sahip olanlar. Sosyalist gelenekten gelen ve Kürt sorunun çözümü için uzunca bir süredir çalışan biriyim. HDP’nin, Erdoğan’ın başkan olması için bir başkanlık sistemi gelsin diye AK Parti ile işbirliği yapması, HDP’nin intiharı anlamına gelir. AK Parti’nin tek adamlık için planları varsa buna hepimiz karşı çıkmalıyız.”

18 Nisan 2015 Cumartesi

Türkiye-İran rekabeti kızışabilir


Bu ayın başında İran ile 5+1 ülkeleri (BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi olan ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya, ve Almanya) arasında nükleer müzakerelerde anlaşmaya varıldı. Bu konuda bir taslağın 30 Haziran'a kadar hazır olması ve nihai anlaşmayla birlikte İran'a yönelik yaptırımların kaldırılması bekleniyor.

Peki bu anlaşma Türkiye için neden önemli? Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan neden birden bire İran’a karşı çıkıştı? Yemen konusunda Suudi Arabistan’ın yanında yer alan Ankara şimdi politika mı değiştiriyor? Yemen sorununa çözüm bulmak için Ankara’nın Tahran’la anlaşması mümkün mü? Erdoğan'ın son zamanda Riyad ve Tahran gibi bölgenin iki önemli başkentine gitmesi ne anlama geliyor?

Bütün bu soruları ve daha fazlasını , dış politika yazarı Sami Kohen’le konuştuk. Söyleşimizin İngilizce’si burada. 

Aşağıda da harfi harfine değilse de konuşmamızın tamamına yakını var.



*** Recep Tayyip Erdoğan’ın, İran hakkında o kadar sert konuştuktan sonra Tahran ziyaretini gerçekleştirmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Resmi düzeyde konuşulduğu zaman İran komşumuz, ortak çıkarlarımız var, petrol ve gaz ihtiyacımızın önemli kısmını İran’dan sağlıyoruz deniliyor. Bütün bunlar çok yerinde. Ankara da bunu biliyor ve resmi beyanlarda kullanıyordu ancak birkaç aydan beri İran’a karşı söylem değişti. Birkaç hafta önce cumhurbaşkanının İran’la ilgili yaptığı sert konuşma çok önemli. Hatta başbakan ve bazı yetkililer de İran’ın Ortadoğu’da izlediği politikalar hakkında rahatsızlık belirttiler. Türkiye İran’ın nükleer programından şikayetçi değil ama İran’ı gören her ülkenin nükleer yarışına girmesi endişesi de var tabi ve nükleer bir Ortadoğu da istemediğini de belirtmiştir. Uluslararası camia ise İran’ın nükleer programına karşı Türkiye’den çok daha net bir tavır içinde.

*** Türkiye’nin son dönemde İran’la bozuşmasının asıl nedeni nedir peki?

Türkiye’nin son dönemde İran’la bozuşmasının asıl nedeni, İran’ın Suriye başta olmak üzere ve son olarak Yemen’deki tutumu. Bu öyle rahatsız edici oldu ki cumhurbaşkanı ilk defa Ortadoğu’yu “domine” etmekle suçladı. Ve İran için Yemen, Suriye ve Irak’tan çekilmeli gibi bir ifade kullandı. Bu İran’da tepkiyle karşılandı, İran meclisinde milletvekilleri tepki gösterdiler, hatta önceden planlanan bu resmi ziyaretin yapılmayacağı söylentisi bile çıktı. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, bizim muhatabımız milletvekilleri değil İran hükümetidir diyerek ziyaretimizi yapacağız dedi ve yaptı.

*** Ancak Türkiye, İran ziyaretinden önce Yemen’le ilgili olarak farklı bir politika izlemiyor muydu?

Türkiye’nin, İran ziyaretinden önce Yemen konusunda pozisyonu şuydu: Bir Suudi girişimi üzerine kurulan koalisyon Husilere karşı savaş açtı. Husilerin arkasında da İran görüldüğüne göre bu, İran’a karşı cephe almak demektir. İran da bunu böyle algıladı ve Suudi Arabistan’ın derhal bu bombardımanı kesmesini istedi. Erdoğan, Suudi kralı ile Riyad’da daha yeni görüşmüştü. Suudi Arabistan, Yemen konusunda Türkiye’den de destek istedi ve Ankara lojistik ve istihbarat alanında olacağı söylenen bu desteği verdi. Yani Türkiye, Suudi Arabistan’ın yanında yer aldı ve dolaylı olarak İran’a karşı olan bir harekete destek vermiş oldu. Zaten Erdoğan konuşmasıyla İran’a yüklenmiş ve çekil buradan demişti.

*** Erdoğan Tahran’a gittikten sonra ne görüyoruz?

Tahran’da, Türkiye ve İran ortaklığı ile Yemen sorununu çözme konusunda görüştüler. İran’ın başından beri tutumu Yemen sorunun savaşla çözülemeyeceğiydi. Ancak bu tutum Türkiye için tutarsız çünkü Ankara Suudi Arabistan’ın yanında yer almışken bunu değiştiriyor. Türkiye’nin 
Yemen politikasında yeni bir ayar var.

Yemen konusu bahane, Türkiye’nin sorunu İran’la

*** Aaron Stein’in yeni makalesinde belirttiği gibi (“Turkey’s Yemen Dilemma”) Türkiye’nin Yemen açmazı nedir? Aslında bu İran’la ilgili ir kaygı mı?

Bölge sorunları konusunda Türkiye ve İran rekabet halindeki iki ülke ve çıkar çatışması var. Türkiye, İran’ın Suriye ve Irak’ta, ve şimdi de Yemen’de, yani bölgede nüfuz sahibi olmasını istemiyor. Erdoğan’ın kullandığı “domine etme” lafı da bunun bir göstergesi. Tahran Irak’ta Şiileri destekliyor; orada IŞİD’in faaliyetini kesmeye çalışıyor ve bu arada Batı’nın gözüne giriyor; Suriye’de de Rusya ile birlikte Esad’ın destekçisi ve orada İran Hizbullah vasıtasıyla da varlığını pekiştirmiştir.
Ankara ile Tahran arasında görüş ayrılıkları apaçık: Türkiye Suriye’de hala Esad’sız bir çözüm istiyor, buna karşılık İran Esad’a bağlı çıkarları nedeniyle Esad’la birlikte bir çözüm taraftarı. Yani burada ortak bir zemin bulmak mümkün değil. Erdoğan’ın Tahran’dan dönüşte uçakta konuşmalarından da anlaşılıyor ki, Tahran’la görüşmelerde Suriye konusu geçiştirildi; bu konu sağırlar diyaloğu halini aldı.

Ancak Yemen konusunda bir mekanizma kurulup dış işleri bakanlarının bir araya gelip ne yapabiliriz diye konuşması kararlaştırıldı. Bu konuda Suudia Arabistan ve İran’la konuşabilecek olan Türkiye için, Erdoğan iki tarafı da uzlaştırabiliriz, arabuluculuk yaparız gibi bir umut içinde. Ancak Türkiye’nin başarı şansı yüksek değil, zor bir misyon.



Türkiye müttefikse müttefik gibi hareket etmeli

*** İran’ın nükleer sorun konusunda Batı dünyası ile anlaşması Türkiye için ne anlama gelir?

Coğrafya yıllarca bizi yan yana yaşattı ve pek çok ortak yönümüz var. İran’la dostuz ama çok da rakibiz. İran nükleer silaha sahip olsa büyük avantaj sağlayacaktır, o yüzden Türkiye bundan her zaman rahatsız olmuştur. 30 Haziran’da bu anlaşma kesinleşirse İran atom silahına sahip olamayacak. Bu anlaşma ile İran atom silahına sahip olamasa da, bazı avantajlar elde edecek ve bu avantajlar Türkiye için dezavantaj olabilir. İran şimdiye kadar izoleydi ana şimdi dünyaya açılacak – şimdiden Avrupa ve Amerika şirketleri açılsa da girsek diye hazırlıklar içinde. Öte yandan İran’a ambargonun kalkması Türkiye için iyi ve hedeflenen 30 milyar dolarlık ticaret hedefine ulaşmayı kolaylaştırabilir. Siyasi olarak da Türkiye’nin tavırları Batı’nın tahammüllerini zorluyor ve İran’la Batı’nın ilişkileri normalleşirse İran’ı Batı’ya entegre etmeye çalışacaklar. Ve bu durumda Türkiye “the one and only” pozisyonunu kaybedebilir. Bu konuda bir test IŞİD’le mücadele konusundadır; Türkiye’nin bu konuda çok çekinceli olması Batı’da çok şüpheler uyandırdı, halbuki İran kendi çıkarları için Irak’ta IŞİD’le mücadele etti ve Tikrit’i kurtaran güçlere destek verdi – bu da Amerika ile İran’ın işbirliği demek.

*** Türkiye bu rekabette nasıl başarılı olabilir?


Dış politikada daha tutarlı olması gerek. Sert çıkışlardan vaz geçmesi gerekir ve müttefikse müttefik gibi hareket etmeli. Türkiye her şeye rağmen anayasal düzeniyle demokratik ve laik bir ülke. İran dahil hiçbir ülkede bu vasıf yok bölgede. Bu Türkiye için bir değer. Türkiye bunu sürdürebilirse bölgede her zaman avantajlı olur. 

Erdoğan başkan gibi davranmaya devam ederse sorunlar çıkacaktır

*** Erdoğan’ın dış politikada bu kadar etkin olması dünyada nasıl karşılanıyor?

Dünya bunu büyük bir ilgi ve bazen de şaşkınlıkla izliyor. Erdoğan başkan değilken, başkanlık sistemi yokken varmış gibi hareket etmeye başladı. Dış dünyanın bazen kafası karışıyor çünkü Erdoğan bazen durup dururken sert bir çıkış yapıyor ve acaba Türk hükümeti dış politikada değişiklik mi yapıyor yoksa bu Erdoğan’ın taktiksel bir manevrası mı ya da şahsi fikri mi diye durumu anlamaya çalışıyorlar. Diplomatlar da bunu sürekli araştırıyor. Erdoğan İran konusunda o çıkışı yaptığı zaman herkes hayretler içinde kaldı çünkü şimdiye kadar hiç “domine ediyorsun, çık” şeklinde sert bir mesaj olmadı -- hem de Tahran ziyareti arifesinde. Erdoğan kendini başkan olarak görüyor ve iç politika ile ekonomide olduğu gibi belki de dış politika da onun gösterdiği istikameti alıyor diye görülüyor yabancılar tarafından.

*** Seçimden sonra neler olabilir?

Eğer anayasayı değiştirecek çoğunluğa sahip olur ve bu değişikliği yaparsa bugün de facto olan şey o zaman meşru olarak devam edecektir. Ancak anayasa değişikliği olmadan Erdoğan başkan gibi davranmaya devam ederse sorunlar çıkacaktır. Bugün muhalefet bile Erdoğan’ın tavrına tahammül ederek kabulleniyor ve dur bakalım seçim var önümüzde diyor. Seçimden sonra başkanlık sistemi olmadığı halde başkanlık sistemi var gibi hareket edilirse, Türkiye’nin demokrasisiyle ilgili çok temel hukuki bir sorun ortaya çıkacaktır.



Türkiye’nin Mısır politikası yanlış

*** Hükümetin Mısır’la normal ilişkiler kurulması için bazı şartlardan bahsediliyor. Bu gerçekçi mi?

Ankara’nın Mısır politikası belli bir çizgide oldu: Mursi ve Müslüman Kardeşler’e büyük bir darbe olmuştur ve ileri gelenlerinin çoğu hapsedilmiş, yargılanmış ve bir kısmı idama bile mahkum edilmiştir; Sisi’nin yaptığı darbe de gayrı meşrudur dolayısıyla biz bu hükümeti tanımıyoruz. Bu ilişkilerin diğer alanlarına da sirayet etmiştir çünkü Türkiye’nin dünyada Asya ve Afrika gibi farklı pazarlara açılması hep Mısır’dan geçiyordu. Ben Ankara’nın “ilkesel olarak darbelere karşı” diye ifade edilen bu Mısır politikasının hep yanlış bir politika olduğunu ifade ettim. Tamam, bunu bir pozisyon olarak savunun ve duyurun ancak bu Mısır gibi Ortadoğu’nun önde gelen bir ülkesi ile bütün bağları koparmak için bir sebep olmamalıdır; reel politik denen bir şey vardır. Hele bu bölgede, “diktatörlerle işimiz yoktur” gibi bir ilkeyle hareket edersek, o zaman Ortadoğu’da ilişkileri kesmemiz gereken pek çok ülke var ancak Ankara’nın bunlarla ilişkileri devam ediyor. Amerika başta olmak üzere bütün Batı dünyası, ayrıca Rusya ve Çin, Mısır’la iyi ilişkiler içinde. Mısır’ın iç işlerine Türkiye’nin taraf olması için bir sebep yok.

Türkiye hem taraf tutuyor hem müdahale ediyor

*** Türkiye’nin dış politikasındaki eğilimleri nasıl tanımlarsınız?
Türkiye uzun zaman non-intervention karışmama politikası izledi. Şimdiyse Türkiye hem taraf tutuyor, hem müdahale ediyor. Suriye’de taraf tutmadan bir politika izleyebilseydi efektif bir arabulucu olup, Suriye dramının bu noktaya gelmesine engel olabilirdi. Ancak Türkiye bir öncülüğe soyundu ve ben Esad’ı devireceğim dedi; Özgür Suriye Ordusu’nu kurdu; çözümün bir parçası değil sorunun bir parçası oldu. Mısır’da da aynı şeyi görüyoruz.

*** Türkiye dış politikası çöküyor mu?

Bu iktidarın ilk on yıl içindeki açılımlar önemli ve cesurdu. Ancak bu açılımların bazıları için kimsenin yapmadığını onlar yaptı şeklinde değerlendirildi ancak bu abartılı bir bakış. Türkiye’nin Afrika ve Latin Amerika’ya açılması, çok yönlü dış politika Bülent Ecevit ve İsmail Cem dönmelerinde oldu. AKP iktidarı bunu canlandırdı ve gayret edildiği için sonuçlar alındı. Davutoğlu’nun da önce danışman sonra dış işleri bakanı olması buna boyut kattı. Proaktif olmak gibi de yeni konseptler geldi. AKP’nin ilk on yılında sonuçlar da görüldü, Türkiye herkesle dost, Ermenistan’la ilişkiler oldu, İsrail ile ilişkiler iyi ve Türkiye 10-12 ülke arasında arabuluculuk yapmaya soyundu: İsrail-Suriye, Afganistan-Pakistan, Irak’ta Maliki zamanında Şiiler-Sünniler, Lübnan’da savaşan taraflar arasında arabuluculuk vs. Sonuç alınır alınmaz başka ama Türkiye o zaman tarafsız davranabiliyordu. Taraflı olunca arabulucu olamazsınız. Bugün dış politikada en önemli unsur taraf tutma. Mezhepsel olarak da Sünni bir blok kurulacaksa Türkiye’nin yeri burada bakışı var. Ayrıca kişiselleştirme ve düşmanlaştırma var, mesela Esad Türkiye düşmanı olarak gösterilip, devrilene kadar mücadele edilecek deniyor. Bu da Türkiye’nin dış politikasında görülmemiş bir olay. Son on yıl ne kadar iyi gittiyse, son bir kaç yılda da Türkiye o kadar izole oldu. Buna değerli yalnızlık dediler ama dış politikada yalnızlık değerli olamaz.

Türkiye’nin bölgede her şeye rağmen bölgede değeri var. Yaptığı hatalara göz yumuluyor. Ancak Türkiye’nin Batı ile izlediği politika “brickmanship” politikası gibi; Tayyip Erdoğan’ın Avrupa Birliği’ne karşı Putin’e gidip bizi Şanghay’a alın demesi mesela, riskli şeyler bunlar. AB tepki göstermedi, boş verdi adeta… Türkiye’nin jeostratejik durumu yaptığı hatalara rağmen Türk dış politikasını ayakta tutabiliyor, çökmesine mani oluyor.

Düzeltilmesi gereken bir üslup meselesi var

*** Yani hatalarına rağmen Türkiye’nin bölgede ve dünyada belirli bir yeri var diyorsunuz…

Evet, mesela G-20’lerde, mesela bazı uluslararası kurumların içinde yer alıyor, vs. Bunlar dış politikanın çökmemesi için önemli sebepler.

Ancak düzeltilmesi gereken bir üslup meselesi var; “eyy Obama!” diye başlayan konuşmalar var ve mitinglerde dış politika konuşuluyor, halbuki dış politika mitinglerde yapılmaz. Evet, bir dış işleri bakanı değil konuşan ama hiçbir başkan ya da başbakan da böyle konuşmaz. Bu üslup dış politikayı itibarsızlaştırıyor ve kafada karışıklık yaratan da budur; bu adam bağırıp çağırıyor acaba hala bizim dostumuz mu sorularına yol açıyor. Washington’da think-tanklerde tartışılıyor, “Türkiye hala müttefikimiz mi?” gibi şüpheli sorular soruluyor. Erdoğan biraz daha az konuşsa dış politika daha rahat işleyecek.

Türkiye’nin dış politikasında resmi olarak değişiklik yok. Yetkililer önceliğin hala AB olduğunu söylerler. Ancak bu öncelik pratikte bugün yok; arka planda kaldı. Yapılan ziyaretlerin sayısına bakıldığında hükümetin önceliğinin İslam dünyası ve Ortadoğu olduğu görülüyor. Evet, dünyanın en önemli olayları buralarda cereyan etmekte ve tabi ki burayı ihmal etmemeli ancak bu, ittifak ilişkisi içinde olduğumuz AB ülkeleriyle önceliğin korunması şartıyla olmalı.  
Türkiye laik demokratik üzeni sürdürebilirse bölgede avantajlı olur

6 Nisan 2015 Pazartesi

Medyada paranın izi

Bu haftaki Monday Talk konuğum, hangi medya patronunun hangi kamu ihalelerini alarak işlerini nasıl da büyütüp genişlettiğinin izini süren araştırmacı Doç. Dr. Ceren Sözeri. Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde akademisyen olan Sözeri, 2006’dan beri medya sahipliğinde paranın izini sürüyor. Ulaştığı sonuçları 2011 yılında Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) için hazırladığı Türkiye'de Medyanın Ekonomi Politiği: Sektör Analizi raporunda paylaştı. Ayrıca, İktidarın Çarkında Medya: Türkiye'de Medya Bağımsızlığı ve Özgürlüğü Önündeki Siyasi, Yasal ve Ekonomik Engeller raporuyla Türkiye'de Özgür ve Bağımsız Bir Basın İçin Siyasa Önerileri'ni kaleme alan yazarlardan biri. 

Geçtiğimiz haftalarda çalışmasını güncelleyerek hangi medya kuruluşu nasıl el değiştirdi, yeni patronu kim, bu patronun başka hangi yatırımları var ve kamu ihalelerinden hangilerini kapmış konusunu didik didik etti. Bu çalışmasını, “Hükümeti destekleyene bütün kapılar açılıyor” makalesi ve sonundaki ibretlik “patron-medya şirketi-diğer şirketler” tablosuyla beraber Bağımsız Gazetecilik Platformu P24’e yazdı. Ödediği vergilerin nereye gittiğini öğrenmek isteyen herkesin okuması gereken bir makale bu.

31 Mart günü Sözeri ile araştırması hakkında oturup konuştuk. 



O gün önce elektrikler gitti, sonra da İstanbul’un en büyük adliyesinde Berkin Elvan soruşturmasını yürüten Savcı Mehmet Selim Kiraz, silahlı kişiler tarafından rehin alındı.

Savcı Kiraz'ın rehin alınmasına ilişkin haberlere yayın yasağı geldi. Bu yasak Başbakanlık, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Yasası'nın 7. maddesinde yer alan "milli güvenliğin açıkça gerekli kıldığı hallerde yahut kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasının kuvvetle muhtemel olduğu durumlarda Başbakan veya görevlendireceği bakan geçici yayın yasağı getirebilir" ifadesine dayanıyordu.

Sözeri söyleşimizde, 31 Mart 2015 günü hükümetin getirdiği yasağı “sansür” olarak nitelendirdi ve o gün hepimizin haber alma özgürlüğünün kısıtlandığını söyledi.

Söyleşimiz İngilizce gazetede "Sansür yüzünden gazeteciler soru sormaktan korkuyor" başlığıyla 6 Nisan’da çıktı. 

31 Mart’taki yayın yasağının üzerinden daha bir hafta geçmemişken, 6 Nisan günü de yeni yasaklarla karşı karşıya kaldık. Bu defa sosyal medya yasakları. Aralarında Facebook, Twitter ve YouTube’un da olduğu bazı internet siteleri ve sosyal ağlarda bulunan pek çok uzantının kaldırılması kararı İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği’nden geldi. Sebebi Savcı Kiraz’ın rehin alınmasıyla ilgili görüntülerin kimi internet sitelerinde yayımlanmasıydı. 

Perşembenin gelişi çarşambadan belli

Şaşırmamak gerek; hükümet bu görüntülerin yayımlanmasını sert şekilde eleştirmiş ve savcıyı başına silah dayanmış şekilde göstermenin gazetecilik etiğine aykırı olduğunu, savcıyla ilgili görüntü paylaşan tüm internet sitelerine karşı yaptırım kararı alınacağını ifade etmişti. Facebook, savcıyla ilgili içerikleri kaldırınca erişime açıldı. Twitter ve YouTube yasaklı olsa da bu teknoloji çağında çözüm çok; isteyen bu kanallara girmenin yolunu buluyor. Yani anlamsız bir yasağı uygulama derdinde hükümet.

Söyleşimiz sırasında sosyal medyaya yasaklar henüz gelmemişti ancak Sözeri "eli kulağında" demiş, kişilerin internet iletişim hakkının engelleneceğine yönelik sinyaller olduğunu da söylemişti:

“Hükümet, kamu düzenini değil kendini korumak için bazı kuralları kullanıyor. Hükümet yetkilileri bu tür yasakların başka ülkelerde de uygulandığını söylüyorlar ancak bu doğru değil. Charlie Hebdo katliamını takiben Fransa’da yaşanan rehine krizini medya bütün detaylarıyla aktardı. Ancak Türkiye’deki bütün televizyonlar hükümetin yayın yasağına uydu. Bu yasak, sansürdür çünkü basının özgür ve sansür edilmemesi gerektiğini söyleyen Anayasa’nın 28. Maddesi ile çelişiyor. Gazeteciler sansürden dolayı soru soramıyorlar. ...


Medya patronları kamu ihalelerine girememeli 

“Çözüm medya patronları veya hükümetten değil gazeteci ve okurlardan gelebilir. Tabloya bakınca, hükümetle bağlantılı olarak bu kadar çok para kazanan medya patronlarından gazetecilere, hadi iyi gazetecilik yapın demelerini beklememeliyiz.

"Dünyanın her yerinde medya aslında bir kaç grup tarafından yönetiliyor yani tam rekabetin olduğu bir pazar yok. Ancak çapraz mülkiyeti engelleyici kurallar var; belki 3-5 şirket televizyon, 3-5 şirket gazete pazarını paylaşır. Türkiye’de hepsini 3-5 şirket paylaşıyor. İkinci sorun da, başka ülkelerde de medya patronlarının başka alanlarda yatırımları vardır; Fransa’da da, Almanya’da da, başka ülkelerde de.

“Ancak bağımsızlık yayıncılık için uğraşan pek çok gazete ve televizyon da var bu ülkelerde; Le Monde gibi, Guardian gibi. Neden onlar da her gün hükümeti övüp yatırımlarını büyütmeyi düşünmüyorlar acaba? Bu sadece bizim medya patronlarının mı aklına geliyor? Tabi ki öyle değil. Onları engelleyen kamu ihalelerine giriş kuralı. Medya patronlarının kamu ihalelerine girmesi önlenmedikçe, medya hangi ülkede olursa olsun bizdeki haline gelip bağımsızlığını yitirebilir. Ayrıca Türkiye'de çapraz mülkiyeti önleyen kurallar da yok, medya dört büyük şirket tarafından paylaşılıyor. El koyulan medyanın satış işlemleri, rekabeti arttırıcı ve medyada çok sesliliği arttıracak şekilde yapılabilirdi. Ancak devlet eliyle yoğunlaşma arttırılmış oldu. Bir de İstanbul 4. İdare Mahkemesi kararı bize gösteriyor ki, bu satışlardan devlet zarara uğratılmış oldu.

"TMSF'nin elinde hala Dijitürk var ve hala satılmadı. Ne olacağı hakkında sağlıklı bilgi edinemiyoruz, süreç şeffaf yürütülmüyor. Zaman zaman Katarlı patronlara satıldığını duyuyoruz; almak isteyen gruplar arasında Türk Telekom'un da olduğu söyleniyor. Dijitürk'ün satışı pek çok şeyi değiştirebilir. Dijitürk Türk Telekom'a satılırsa Türkiye'de tek bir yayın tekeli olur, yani hem internet alt yapısı hem de televizyonu elinde bulunduran bir şirket, diğer televizyonların bir süre sonra ortadan kalkmasına yol açacaktır. Çok ciddi bir tehlike bu. İnanılmaz bir tekel yaratır medya pazarında. Buna tek karar verici olanın Tayyip Erdoğan olması korkunç; medya pazarında kimin ne alıp vereceği tek bir kişinin kararına bağlı. ...

Duayen gazeteciler, gazetecilik için rol modeli olmalı

Öncelikli olarak bunu çözecek olanlar gazetecilerdir. Gazeteciler bir araya gelip bu medya düzeni karşısında nasıl gaztecilik yapacakları konusunda ortak bir karara varabilirlerse ve geniş çapta bir sendikal örgütlenme sağlayabilirlerse işten atılmaları ve yayın içeriklerine medya sahiplerinin müdahale etmesi zorlaşır. 

"Sendikalaşmak için de duayen gazetecilerin başı çekmesi gerekiyor çünkü muhabirler çok güçsüz. Köşe yazarlarının maaşları muhabirlerinkinden 20-30 kat fazla. Muhabirlerden cengaverlik beklemek anlamsız. Duayen gazeteciler, köşe yazarları ve genel yayın yönetmenleri, hükümetin karşısında danışman ve akıl verici pozisyonlardan çıkıp, gazetecilik için mücadele vermek zorundalar.

"Tabi ki okur desteği de çok önemli bir faktör. Dışarıda kıyamet koparken penguenleri izlemek istemiyorsa, okurun ya da izleyicinin de elini taşın altına koyması ve bağımsız yayıncılığı desteklemesi gerekiyor."

Sözeri ile 2013’ün son ayında yine bir Monday Talk için bir araya gelmiştik; söyleşi başlığım: “Kendi kendine sansür, hükümet baskısı ve özel çıkarlar medyaya hakim.” Sözeri o zaman da benzer kaygıları dile getirmiş, TRT’nin gerçek bir kamu kanalı olması gerektiğini anlatmış, ayrıca parlamentonun ve hükümetin, TRT dahil, tüm medya kuruluşlarına karşı nötr ve aynı uzaklıkta durmasının öneminden bahsetmişti, sözlerini şöyle bitirmişti:

“…. medyada sansür ve kendi kendi kendine sansür, medyadaki sahiplik yapısından ve üst düzey yetkililerin medya patronlarına ve gazetecilere gözdağı vermesinden kaynaklanıyor.”

2 Nisan 2015 Perşembe

Şaka değil

Öyle günlerden geçiyoruz ki 1 Nisan şakalarının tadı kalmadı. Sosyal medyada 1 Nisan günü en çok rastladığım ifade “şaka gibi bir ülkede yaşıyoruz” oldu. Sebebi 31 Mart günü yaşananlar: Türkiye’nin neredeyse tamamında elektrikler kesildi; Berkin Elvan soruşturmasına bakan İstanbul Cumhuriyet Savcısı Mehmet Selim Kiraz yasa dışı bir örgüt tarafından rehin alındı, DHKP-C olduğu söylenen bu örgüte yakınlığı olan kişiler sosyal medyadan savcının başına silah dayalı fotoğrafını yayınladılar ve yapılan polis operasyonu sonunda iki eylemci ile savcı öldürüldü; ve yeniden görülen Balyoz davasında tüm sanıklar için beraat kararı çıktı.

Oysa Mart ayının son haftalarında bambaşka gelişmeler oluyordu; en çok da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile AKP arasında artan gerilim konuşuluyordu. Doğru tahminleriyle isimlerini duyuran iki kamuoyu araştırma şirketi SONAR ve MetroPOLL’ün son anketlerine göre AKP’nin oyları düşüyor, MHP ve HDP’nin oyları yükseliyordu ve buna göre kararsız seçmenlerin oy oranları dağıtıldıktan sonraki sonuçlar yaklaşık olarak şöyleydi:

AKP yüzde 40-42
CHP yüzde 27
MHP yüzde 18
HDP yüzde 10

Kamuoyu araştırmalarının sonuçları seçmen yönelimlerini belirlemede önemli tabi, ancak bir yandan da sadece yapıldığı zaman dilimi içindeki seçmen davranışını gösterdiği için periyodik olarak tekrarlanması gerekiyor.

31 Mart olayları yönetimdeki gerilimi unutturacak mı?

31 Mart 2015 günü tarihe geçen olayların seçmen davranışı üzerindeki etkilerini önümüzdeki dönemde çıkan kamuoyu araştırmalarına bakarak izleyeceğiz. Ancak öncesinde şahit olduğumuz, cumhurbaşkanı ve hükümet arasında gittikçe yükselen tansiyondu.

Şu günlerde görünen o ki, toplumdaki kutuplaşma artıyor; bir kesim 31 Mart günü yaşananların hükümetin bir oyunu olabileceğine, diğer bir kesim de yaşananların hükümete karşı komplo olduğuna inanmış durumda.

Bu arada hatırlatayım, Gezici Araştırma, Şubat ayında AKP’nin oylarını yüzde 40’ın altında gösteren anket çalışmasının yayınlanmasından sadece 24 saat sonra müfettiş teftişiyle karşılaşmıştı. Şirketin sahibi Murat Gezici, zamanlamanın manidar olduğunu söylemişti.

Monday Talk söyleşilerim için daha önce görüştüğüm MetroPOLL Başkanı Özer Sencar, son 6 aydır AKP oylarının azaldığını ve Mart ayında 41,8’e inen AKP oylarının Gezi olaylarından beri buldukları en düşük oran olduğunu belirtiyor.

Geçen yılın ortalarında görüştüğüm Sencar, kamuoyu araştırmalarına göre halkın, parti ile bağları olmayan nötr bir cumhurbaşkanı görmek istediğini söylemişti. Hatta bu oranı da yüzde 62 olarak vermişti.

Sencar’la 2014 Haziran ayındaki söyleşimizin İngilizcesi burada.

Cumhurbaşkanı AKP’ye müdahale ediyor

Son olarak Monday Talk için konuştuğum SONAR Başkanı Hakan Bayrakçı da dedi ki, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile AKP hükümeti arasında gittikçe daha da belirginleşen görüş ayrılıkları eninde sonunda AKP’nin erimesine yol açar; ayrıca AKP’deki lider değişimi Turgut Özal cumhurbaşkanı olduktan sonra ANAP’ın, Süleyman Demirel yerine Tansu Çiller gelince DYP’nin yok olmasını hatırlatıyor.

SONAR’ı 1988’de kuran Hakan Bayrakçı, Bülent Ecevit, Demirel ve Çiller gibi eski başbakanlara ve 750’den fazla belediye başkanı dahil pek çok lidere danışmanlık yapan bir isim.
AKP’nin yeniden iktidar olabilmek için gereken 276 milletvekilini çıkarmakta zorlanabileceğini söyleyen Bayrakçı tahminlerini şöyle açıkladı:

“Eğer HDP yüzde 10 seçim barajını geçerse ve CHP oyları yüzde 27 civarında kalırsa, KAP yüzde 43 oy oranına bile ulaşsa 276 sandalyeye sahip olmayabilir. Eğer HDP yüzde 10 seçim barajını geçemezse, CHP yüzde 25-27 oy oranı aralığında kalırsa, MHP de yüzde 18-19 oy alırsa, o zaman da AKP 276 sandalyeyi zorlukla alabilir. Düşünsenize, partilerden biri güven oylaması istese hükümet düşebilir.”

Söyleşimizin İngilizcesi ve bazı satır başları:



“Cumhurbaşkanı ve AKP arasında artan gerilim seçim yaklaştıkça ne olur bilemiyorum. Bu kavga önümüzdeki 2,5 ay içinde ne olur bilemeyiz. Ancak 8-10 ay önce Başbakan ve AKP’nin Cumhurbaşkanı ile problemleri olacağını söylemiştim; iktidar yanlıları da öyle şey olmaz demişlerdi. AKP yetkilileri de cumhurbaşkanı da 7 Haziran genel seçimine kadar kendilerini tutabilirler ancak sonra kıyamet devam eder.

Ya devlet başa, ya kuzgun leşe

“Her şey Erdoğan’ın istediği gibi olmuyor; Türkiye’nin 60-70 yıllık uygulamaları var. Kanunlar gereği yönetim başbakanın elinde ancak cumhurbaşkanının müdahaleleri ile bu sarsılıyor. Yani karşılıklı bir otorite çekişmesi var. Bu durum oylara giderek yansır. Ne kadar? 3 puan diyelim. AKP, 7 Haziran sonrası hala iktidarda olabilir ancak gittikçe düşer.

“Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olduğu gün sonun başlangıcıydı. Bazı özdeyişleri hatırlayalım: Ya devlet başa ya kuzgun leşe. Yani devlet hayatında, siyasette ya güçlü kalırsınız ya da gidersiniz. Başbakanken Recep Tayyip Erdoğan çok güçlüydü. Cumhurbaşkanı olduğu zaman onun için sirenler çalmaya başladı. Başka bir deyiş: Taş yerinde ağırdır.


“Zarlar atılmıştır. Erdoğan için durum bu. Renkler belli oldu; tavizle veya vaziyeti ortada idareyle durum kurtulamaz. Erdoğan’ın kendi deyişi ile: Bitaraf olan bertaraf olur.”