27 Eylül 2015 Pazar

‘Elimizdeki değerleri yok ediyoruz; IŞİD olsa o da AKM’yi yıkardı’


Hatırlarsınız,  Şile’de Ocaklı Ada Kalesi restorasyonu gözlerimizin önünde karikatürize bir manzaraydı. Türkiye’nin her yanında o kadar benzer ve çok daha büyük çaplı restorasyon faciaları var. Bunları aktivist mimar, program yapımcısı ve yazar Korhan Gümüş’le konuştuk. Gümüş, özellikle İstanbul’un, ve Türkiye’nin tarihi, estetik, kültürel değerlerini sadece tanımak ve bilmekle kalmıyor, onları korumak için çalışıp didiniyor. İnsan Yerleşimleri Derneği’nin kurucusu ve başkanı. Taksim Platformu, Sivil Koordinasyon Merkezi gibi başka sivil girişimlerin de kurucularından. XXI Mimarlık Dergisi yazarı ve Açık Radyo’da Metropolitika adlı programın yapımcılarından. Halen Taraf gazetesinde yazıyor. Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde ders veriyor.

Gümüş’le konuştuğum sorunların özeti şu cümlesinde: “Elimizdeki değerleri yok ediyoruz. Topkapı Sarayı’nda en değerli yer neresidir? Kutsal Emanetler bölümü… Gidin bir halini görün, her şey taklide dönüştürülmüş durumda; eğer saygı duyulacaksa en saygıdeğer yer bile mahvedilmiş durumda. Bilgi üretimi bağımsız değilse, iktidara bağlıysa, en değer verdiğiniz şeyi bile yok edersiniz.”

Fotoğraf: Üsame Arı
*** Türkiye’de restorasyon ne şekilde yapılıyor? Şile’deki kale örneği küçük bir örnekti ama konunun tekrar gündeme taşınmasına neden oldu. Sorun neden kaynaklanıyor?

Restorasyon faciası olarak ilk aklıma gelen İstanbul surları olur. İstanbul dünyada en büyük sur varlığına sahip olan şehir ancak surlar mahvoldu; üstelik bunun için milyonlar harcandı. Topkapı Sarayı Haremağası koğuşlarına gitseniz orada restorasyon değil yapılan şeylerin ihya etmek olduğunu görürsünüz. Daha eskiden de Rüstem Paşa Camisi’nin İznik çinileri sökülmüş ve yerine yenileri koyulmuş; eskiden böyle yapılıyormuş, adet buymuş. Şimdi bazı çinilerin tanesi 50 milyon dolar. Şile’deki kale kalıntısı restorasyonu işinin ehli kişiler tarafından yapılmış. Bunlar İstanbul Teknik Üniversitesi’nde üst düzey kişi ve hem Sulukule projesini hem de Taşkışla restorasyonunu yapan kişi. Surlardaki inşaatta da aynı insanları, Topkapı Sarayı’nda da aynı insanları görüyorsunuz. Sanki yaramaz bir çocuk gibi yapılan yapılıyor. Gezi’deki kışla binası da öyle oldu. Tayyip Erdoğan’a demişler ki kışla projesi yapılmasın diye sizi ikna etmeye çalışacaklar. Demek ki bu kişiler epey planlı çalışıyor, tesadüfi değil. Yapanlar da sıradan müteahhitler değil, üniversitelerden anlı şanlı hocalar.

*** Restorasyon nedir; nasıl yapılmalıdır?

Restorasyon denen şey en deneysel, mimarlığın en farklı yöntemlere açık konusudur. Bu alandaki seçkinler bilim adı altında konulara şiddetle yaklaşıyor ve en iyiyi kendileri bilirmiş gibi davranıyorlar. Sütlüce’deki mezbaha önce konser salonu olacak diye -- sonra kongre merkezi oldu -- güzelim yapı yıkıldı ve eski yapı harcandı, üstelik ortaya çıkan yeni binada yanlış yapılmış salonlar için milyonlar harcandı. Bir de tünel otoyol yaptılar orada. Fikrinizi söyleyince onu ulaşım profesörleri yaptı diyorlar. Tarihi yarımadada, Venedik’ten daha değerli bir şehirde, meydanların ortasına dalış projeleri yapıldı. Uzmanların dar bakışları ile iktidar gücü birleşti ve kritik düşünce olmadığı için, arada bir entelektüel ara yüz, bağımsız değerlendirme bulunmadığı için bunlar yapıldı. Tayyip Erdoğan da kendisini eleştiren bilim camiasına çok eleştirmesinler diye proje işleri veriyor. Zaten onlar da niye biz iş almadık diye eleştiriyor.

Yenileme sonrası çizgi film karakteri Sünger Bob'a benzetilen Şile kalesi
*** Vatandaşı etkileyecek projeler Türkiye’de hiç halka sorulmuyor. Hiç vatandaşa sorulmuş proje var mı?

Üçüncü köprü için üniversite hocaları tarafından gönüllü olarak bir anket yapıldı ve halka köprü yapılsın mı yoksa yapılmasın mı diye sordular. Halk bu direk soru karşısında yüzde 60 oranında yapılsın dedi. Aynı kişilere, parti aidiyeti filan önemli olmadan, tekrar soruldu ama önce köprünün geçeceği güzergâhlar, yaratacağı imar alanı, kesilecek ormanlar anlatılınca yapılsın diyenler yüzde 40’a düştü. Kamuoyu öyle havadan oluşmuyor, bilgilendirme düzeyine göre yapılanabiliyor.

*** Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde “Üçüncü köprü cinayettir” diyordu, şimdi köprüyü yapıyor.

Hatta o dönemde bizim gibi köprüye karşı çıkanlara belediyede toplantılar yapsınlar diye oda veriyordu. Esasen projeleri şirketler, geniş bir konsorsiyum planlıyor ve seçilmişleri içlerine alarak ikna ediyorlar, yani siyasetçi en son devreye giriyor. 2003 seçimlerinde Kadir Topbaş eline tutuşturulmuş olan üçüncü köprü projesini fırlatıp atmıştı. Birileri bu tip projeleri hazırlıyor, kredi verenleri buluyorlar. Tayyip Erdoğan belediye başkanıyken bu projeler merkezi yönetimin projesi olarak gündeme geliyordu ve belediye başkanının hükümranlık alanına müdahale olarak algılanıyordu. O yüzden Tayyip Erdoğan bugün İstanbul’daki belediye başkanını kendi gölgesi gibi kullanıyor; İstanbul’da başka bir partiden belediye başkanı olsa bu projeler yapılamaz.

*** Restorasyon projelerine de müteahhitlik projesi olarak mı bakılıyor?

Önce müteahhitler işe alınıyor sonra üniversite profesörleri danışman oluyor. Bu modelde inşaat yoluyla zenginleşme var. İnşaattan emekçiler para kazanamıyor ama rantçılar kazanıyor. Oysa bu modeli benimseyip İstanbul surlarında inşaat yapacağınıza çatlaklarda analiz yapsanız depremsellikle ilgili neler bulursunuz. Hatta işe mühendislik girer, çevredeki üretim sektörü, sağlık, tarım vs. derken insanlar tarihle ilgilenir ve surlar üzerinde istihdam olanağı çıkar. Ama yok, inşaatçılar giriyor ve orayı tüketip çıkıyorlar. Restorasyon inşaatla özdeşleştiriliyor. Bir de eskiyi yıkmak, kendi imzasını atmak, popülist politikalar izlemek gibi meseleler var. Mesela Karaköy Camii, Adnan Menderes zamanında yıkılmış. Belki de camiye benzetemediler, modern bir yapıydı ve İtalyan mimar Raimondo Tommaso D’Aronco – İstanbul’da şimdiki Cumhurbaşkanlığı köşkü de dahil çok güzel yapılara imza atmış olan -- yapımıydı, tam da dikkat çekici bir yerde. Bugünkü yönetim, adı cami diye onu yeniden ihya etmeye çalışıyor. Elimizdeki değerleri yok ediyoruz. Topkapı Sarayı’nda en değerli yer neresidir? Kutsal Emanetler bölümü… Gidin bir halini görün, her şey taklide dönüştürülmüş durumda; eğer saygı duyulacaksa en saygıdeğer yer bile mahvedilmiş durumda. Bilgi üretimi bağımsız değilse, iktidara bağlıysa en değer verdiğiniz şeyi bile yok edersiniz. Nevşehirli İbrahim Paşa Külliyesi mahvedilmiştir. Her restorasyon bir yıkım ama farkında bile değiller. Sütlüce Mezbahası yıkılırken içim cız etti, yandı çünkü o yapının içinde dünyanın ilk biyolojik artırma tesisi vardı ve tekti. Bunu tanıtsanız, müze yapsanız ne kadar ilgi çekici olabilirdi.


*** Bir fotoğraf görmüştüm; Apollon Tapınağı’nda restorasyon yapılırken ya da bazı parçalar yerine koyulurken malzeme tırları tapınağın üzerinde gelip gidiyor. Böyle bir şey nasıl olabilir? Burada rant yok herhalde ama cahillik mi var?

İshak Paşa Sarayı’nı da mahvettiler. Burada rant yok. AKP hükümetinin Kültür Bakanlığı müsteşarı bana dedi ki siz bizim yaptığımız işleri çok eleştiriyorsunuz; biz demokratik bir ülkeyiz, gezin, dolaşın ve ne eksik, yanlış varsa bize söyleyin düzletiriz dedi. Ben bir gönüllü kişi olarak 3000 yerde dolaşacağım, hataları göreceğim, müteahhitlerden dayak yiyeceğim – Tekfur Sarayı’nda öyle oldu, müteahhit kaç kere dövecekti – sonra basına gideceğim, kamuoyu ikna olacak, sonra bakanlığa gideceğim de ikna olacaklar ve yeniden yapacaklar! Bağımsız düşünceyi devreye sokmadan sadece bir inşaat işi yönetir gibi yönettiğiniz sürece demokrasi anlayışı komik ve saçma olur. Ben de bu şekilde hak ettiği cevabı verdim. Onlara göre bizim gibi gönüllüler itiraz edecekmiş, ve onlar da düzeltmek için yeniden yapacakmış. Düşünsenize restorasyonun yeniden yapılabilir olduğunu varsayıyor. O zaman IŞİD de diyebilir ki ben yeniden yapmak için yıkıyorum.

*** Türkiye’de restorasyon faciaları olarak sunulan haberleri okurken bir yandan da IŞİD yıkımları oluyordu. IŞİD’ın yaptığını Türkiye'de yapılanlarla karşılaştırınca ne görüyorsunuz?

IŞİD ideolojik amaçla yıkıyor, yok ediyor; IŞİD için bir entellektüel ara yüz yok. Tayyip Erdoğan kaç kere AKM’yi yıkalım, yerine ne istiyorsanız yapacağız diye söz verdi. Konuştuk ve tartıştık, dedik ki bu yapıda sahne altyapısı çok mükemmel, Avrupa’daki benzerleri gibi yapılmış, o yüzden yeniden kullanıma açılması için tamir edilsin, o da ikna oldu ve para ayırdı. Ancak karşıtlık rejimi olarak ortaya çıkınca bizim gibi bağımsız düşünen insanlar devre dışı bırakıldı. Bu çalışma yönteminde iş inşaat işi ve karar yöneticinin iki dudağı arasında. IŞİD ile benzerlik taşıyan kısım, arada entelektüel bir ara yüzün, kritik düşüncenin oluşmamasıdır. IŞİD kafasına göre heykeller Pagan işidir, vs. o yüzden yıkmak gerekir. Burada is AKM bizim halkımızın değerlerini benimsemeyen insanların, elitin, opera diye getirdiği bir şeydir, o yüzden yıkılmalıdır. IŞİD olsa o da AKM’yi yıkardı; burada benzerlik müthiş. Ama bu bağımlı düşünce Osmanlı eserlerine de zarar veriyor; paradoks orada zaten. Bu kafa Topkapı Sarayı’nı restore ederken de IŞİD gibi davranıyor. Bizans eserlerini de yok ediyor Osmanlı eserlerini de çünkü Bizans eserlerini yok ederken Osmanlı eserlerini de yok ediyor müteahhitlik çalışmalarıyla.

Modern toplum inşaattan önce kurgulama üretir, düşünce, fikir geliştirir. Türkiye’de bu yok; IŞİD’de de yok. İnşaat mimarlığın mezarıdır. Önce neyi nasıl yapacağınız tartışmanız ve bu problemi çözmeniz gerekir. Mimarlık, mekânı inşa etme faaliyeti değildir; mekânı anlama, keşfetme ve ona göre çözümler getirme faaliyetidir. İslami çevrede, modern bir toplumda yaşamalarına rağmen sanki geleneksel bir çevrede yaşıyorlarmış gibi davranmak var ve bu da tanrıların yeryüzüne inmesine yol açıyor; kendisini tanrılaştırıyor ve her şey yöneticinin iki dudağı arasında oluyor.

Söyleşimizin İngilizcesi burada.

21 Eylül 2015 Pazartesi

‘En büyük riskimiz seçimin olmamasıdır’


Bu sözler HDP’nin kurucularından, İstanbul 3. Bölge milletvekili Garo Paylan’a ait. Paylan, Cizre’nin devlet güçleri ablukası altında olduğu günlerde, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın başını çektiği heyetle Cizre’ye gitti. Heyettekilerin önü Cizre’ye 90 kilometre kala güvenlik güçleri tarafından “güvenlik” gerekçesiyle kesildiği için yürümek zorunda kaldılar. Yolculuk bir yandan Paylan’ın kişisel ve duygusal yolculuğuydu çünkü yüzyıl önce atalarının sürüldüğü topraklara yürüyordu.

“Bu duygusal boyut benim için çok önemliydi. Yolda bunu hep hissettim ve bunu Cizre halkıyla da paylaştım. Yüzyıl önce Cizre halkının önemli bölümü Ermeniler’den oluşuyordu.  Yüzyıl önce atalarım oradan çıkamadan katledilmişlerdi. Yüzyıl önce devlet görevlileri aynı şeklide Cizre’yi abluka altına almışlardı ve o zamanki Cizre halkı buna yol verdi ancak şimdi Cizre halkı, “Yüzyıl önce Ermeni’yi dövdürmeyecektik” diyor, yani “Yüzyıl önce yol verdiğimiz zihniyet bugün bize zulmediyor ve bizim irademizi kırmaya çalışıyor” diyen Paylan, şunları da söyledi.

“Seçime kadar her an diken üstünde olacağız. En büyük riskimiz seçimin olmamasıdır. Seçimin olmaması demek, şu anda zaten fiili bir darbe yapmış olan sarayın demokratik zemini ayağımızın altından iyice kaydırması demek olabilir. Şunu demek istiyorum, Mısır dinamiğini burada yaşayabiliriz."


*** 2012 yılındaki söyleşimizde ülkede hala reformlardan konuşabiliyorduk ve bir anayasa değişikliği hala gündemdeydi. Söyleşimizin başlığı da “Anayasada bir üst kimlik olmamalı” (“Constitution should have no superior identity”) idi. O günlerden bu güne değişenleri konuşabilir miyiz önce?

2012’de HDP henüz kurulma aşamasındaydı; eşitliği sözde değil gerçek anlamda nasıl ortaya koyarız diye düşüncelerimizi paylaşıyorduk. Kürde, Alevi’ye veya diğerlerine hep nasıl davranmaları gerektiği üst, hâkim kimlik tarafından söyleniyordu. Gerçek anlamda hayallerimizi ortaya koymaya çalışıyorduk biz de. Hayallerimiz hala aynı. Çatışmalar büyük gerginlikler yaratsa da toplumun bir şeyleri görmesini sağlıyor; örneğin, Gezi Batılı seçmenin devletin gadrinin nasıl bir şey olduğunu görmesini sağladı. Yıllarca Kürtlerin yaşadıklarına terör olarak bakan, Kürtlerin taleplerinin bastıran zihniyetin nasıl bir şey olduğu Gezi sayesinde bir parça görüldü ve büyük oranda empati kurulmasını sağladı. Büyük gerilim ve çatışmalar sonucu en büyük kazanımımız bu empatidir diye düşünüyorum.

*** Bu empati sayesinde Cizre’de olanların daha iyi anlaşıldığını düşünüyor musunuz?

Anlaşıldığını düşünmek istiyorum. Toplumun farklı kesimleri, orada olanların sadece terörden ibaret olmadığını anlıyor. Yine eski reflekslerle de düşünenler çok tabi ama bu artık eskisi kadar tutmuyor galiba. Eskiden belli kesimler ezildi (Kürt, Alevi vb.) belli kesimler de devletin nimetlerini tattı diye düşünürdük ancak şimdi acı çekmeyen kesim kalmadı. Artık haberler sadece devlet kanalından gelmiyor; farklı kanallardan gelen değişik bilgiler insanların konuları daha çok sorgulamasına yol açıyor ve yaftalar tutmuyor. Cizre, İdil ve Yüksekova’da olanları kendi gözlerimle görmemiş olsam yok canım devlet bu kadarını yapmış olamaz diyebilirdim ki bu devlet İsrail zulmü konusunda Birleşmiş Milletler’i arayıp yapılanları şikâyet edebiliyor ve İsrail’in yaptıklarının katmerlisini burada yapabiliyor. Neden tek taraflı bakıyoruz? Silahlı kişilerin bölgede olması hareket eden her şeye, kadın ve çocuklara, hatta güvercinlere keskin nişancılarla ateş edip vurmanın gerekçesi olabilir mi? Mahalleler havan topuyla vuruluyor. Niçin bu uygulamaları gören Türkiye’nin Batı’sı – seküleri, mütedeyyini – ayağa kalkmıyor?

Foto: Kürşat Bayhan
*** Neden sizce?

Kürtler bölmek istiyor ya da Kürtlerin bir kısmı, PKK, ülkeyi bölmek istiyor korkusu var. Kürtlerin özyönetim talepleri bölünme paranoyası ile anlatılıyor ve oradaki Kürtlerin özgürlük ve eşitlik taleplerinin altı çizilemiyor, belki de iyi anlatılamıyor, burada iğneyi kendimize de batırabiliriz.

‘Halkın talebi Türkiye’den ayrılmak ve bağımsızlık değil’

*** Özyönetim talebi nedir peki? Mesela Cizre’de özyönetim ilan edilince ne oluyor?

Cizre’de olanlara bakalım: İçişleri Bakanı’nın bile yapılanlardan haberi yok. Yönetim Tayyip Erdoğan ve şürekâsı elinde ve halkın taleplerini bilmiyorlar. Halk bu kişilere oy vermedi ve bu kişiler oraya zülüm uyguluyor. Halkın talebi kendi gerçekliğinde, dilinde yönetilebilmek. Özyönetim, yerel yönetimin güçlendirilmesi demek, Türkiye’den ayrılmak ve bağımsızlık değil.

*** Peki, Cizre’de ne oldu? Hendek kazarak mı özyönetim ilanı oldu?

Elbette ki hendek kazarak özyönetim ilan edilmez ve bunu da devlet kabul etmez, bunu hepimiz biliyoruz ve devlet zaten çok büyük bir şiddet uyguladı, çok büyük acılar çekilmesine sebebiyet verdi. Cizre’de talep görünür oldu ama altını doldurmak gerekiyor, bu da ancak siyasetle yapılabilir, güvenlikçi politikalarla değil. Mesela diyelim ki halk Ankara’dan gelen talimatlar doğrultusunda bir vali tarafından ezildi; vali halk tarafından gelen bir telefona çıkmayan bir vali ve askeri, tankı, topu oraya yığmış bir vali. Halk bu vali tarafından yönetilmek istemiyor. Halk diyor ki Kürtçe bilen memurlar da olsun. Neden olmasın? Talepler bu tür talepler. Hepimiz eşitlikçi ve özgürlükçü bir anayasa altında olabiliriz ancak yerel yönetimler daha güçlü olabilir. Özyönetim dediğimiz şey budur; Avrupa Birliği yerel yönetimlerin güçlendirilmesi şartında olan da budur.

*** HDP’li vekillerin Cizre’ye girişine neden izin verilmedi sizce?

Cizre’ye 90 kilometre kala yolumuz durduruldu. Biz oradayken, 40 milletvekili ve iki bakan oradayken bu ablukayı koruyamayacaklardı ve bu yüzden girmemize izin verilmedi. Devlet güçleri Cizrelilere “Özyönetim mi istiyorsunuz? Alın size özyönetim, işte böyle ezeriz sizi” dedi.

*** Selahattin Demirtaş hep barış çağrısı yapıyor, yol barış ve sivil siyaset yolu, görev seçilmişlerin diyor. Bu çağrılar doğu ve güneydoğu halkı nezdinde nasıl karşılanıyor? PKK ise silahlı mücadele diyor. Halk hangisini dinliyor?

Devlet şiddetine rağmen halkın tamamı barış diyor – silahlı olanı da olmayanı da – herkes. Türk’e karşı hiç nefret ve kızgınlık yok; devlete ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı kızgınlık var, çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan onlar için artık yüzyıllık devlet geleneğini temsil ediyor. Erdoğan 15-20 yıl önce zulme uğramış bir sosyolojinin temsilcisi olarak çıkmıştı ama artık onlar için bir umut vaat etmiyor – özellikle de son yıllardaki politikalarıyla. PKK, evet mücadele öneriyor çünkü karşısında talepleri yok sayan bir devlet anlayışı var. Öcalan’la yapılan mutabakat sonrası barışa bir adım yaklaşmışken masayı deviriyor ve sonra da sivil, demokratik talepleri yok sayarım ve halkın direnişini de tankla, topla kırarım diyor.

‘Erdoğan bize sempatiyle bakanları mesafelendirme çabasında’

*** Peki, Erdoğan bunu göre göre insanları savaşa çekiyorsa ve bu 7 Haziran seçimi sonrası HDP’nin yükselişine karşı bir oyunsa, PKK neden bu oyuna geliyor? Demirtaş, PKK ve Erdoğan arasında sıkışmış değil mi?

Sıkışmışlığımız yok. HDP’nin iradesi çok net, barıştan başka politikamız yok. Silahla çözüm yolunu kim isterse istesin biz hep barış diyeceğiz. Demirtaş dedi ki son 15 günde devlet Cizre’de inanılmaz PKK propagandası yapmıştır, ben savcı olsam bunu yapanlara PKK’ya yardım ve yataklıktan savcılıkta soruşturma açılmasını sağlardım. Baskı ile sorunların çözüleceğini düşünüyorsanız, silahlı kanada güç vermiş oluyorsunuz; müzakere ile çözeriz diye düşünüyorsanız, sivil-demokratik kanada güç vermiş oluyorsunuz. Biz de bunu söylüyoruz; silahla hiçbir şey çözemezsiniz. O yüzden acılar yaşanmadan bir an önce masaya dönmeyi öneriyoruz. Cizre’de inanılmaz bir umutla karşılandık. Halk sadece demokratik taleplerin hayata geçmesini istiyor ve HDP sadece doğuda değil batıda da bir umut olarak görülmeye başlandı; devlet buna da tahammül edemiyor çünkü birisi demokratik taleplerini ortaya koyuyor ve bu hem doğuda hem batıda teveccüh buluyor. Erdoğan bu teveccühü kriminalize etmeye çalışıyor; bize karşı CHP ve AKP tabanından sempatiyle bakanları mesafelendirme çabasında.

*** Biliyorsunuz toplumda önemli bir kesim HDP’nin PKK’dan emir aldığını düşünüyor...

Ben HDP’nin kurucu üyesiyim ve 4 yıldır Merkez Yürütme Kurulu üyesiyim; PKK’nın vesayetini hissetmedim. Böyle bir şey yok. Benzer sosyolojik tabanlara bakıyoruz ama HDP eşittir PKK diye bir şey yok. HDP’nin tek derdi PKK ile devlet arasındaki savaşı durdurmaktır. Bu savaş durmadan da sivil alanı yükseltemeyeceğimizi biliyoruz. HDP eşittir PKK olmadığını son dönemdeki tartışmalardan da görebiliriz; birbirimizi eleştirebilen yapılarız. Birbirimizi duyuyor ve bakıyoruz ki meseleyi çözebilelim. Her tarafı dinliyoruz ki barışa ulaşabilelim. Tek amacımız barışı tesis etmek. Kim buna karşı hareket ediyorsa biz onun karşısındayız. Önerilerimiz açık. Barış anlaşması imzalanmalı ve eller tetikten çekilmeli. Savaşan taraflar barış anlaşması imzalarlar ama bunu hayata geçirecek, güvence altına alacak olan demokratik siyasettir. Biz de bunu yapmaya hazırız.

‘Kim barış diyorsa toplum onun arkasında olsun’

*** Pek çok bölgede olağanüstü koşullar geçerli, sokağa çıkma yasakları var. Bu şartlarda seçim yapılabilecek mi?

Güvenliği arttırarak özgürlüğü sağlamak mümkün değil. Özgürlükler artarsa güvenlik de artar. Mücadele ettiğim arkadaşlarım, mesela başörtüsü konusunda, devletin zulmünden dolayı öfkeleniyorlardı. Bu öfke şiddete bile dönüşebiliyordu. Tepkiler rasyonel ya da irrasyonel olabiliyor. Seçimlerin olmasının şartı da bir an önce bu baskının durması, bir an önce bu çatışmanın sona ermesi. PKK tahkim edilmiş bir ateşkese hazırız diyerek yeni bir açıklama yaptı. Seçimlerin olabilmesi için hemen ateşkes olması lazım. Seçime kadar her an diken üstünde olacağız. En büyük riskimiz seçimin olmamasıdır. Seçimin olmaması demek, şu anda zaten fiili bir darbe yapmış olan sarayın demokratik zemini ayağımızın altından iyice kaydırması demek olabilir. Şunu demek istiyorum, Mısır dinamiğini burada yaşayabiliriz. Mütedeyyin kesim kendini iktidar zannediyor ama değil, şu an Erdoğan saraydaki ekibiyle yönetiyor. Bir anda asker, ordu, özel harekâtçılar devreye girmişken seçim de yapamazsak başka dinamikler ve Mısır’da olanlar burada olabilir. Beş aydır meclis devre dışı; meclis yeniden devrede olmalı. İşler hep sarayın talimatlarıyla yürüyor. En çok üzerine titrememiz gereken şey seçimin yapılmasıdır; bu AKP’lilere de, MHP’lilere de, CHP’lilere, bizim partimizden olanlara da çağrımdır. 1 Kasım’da umalım ki seçimler olsun; kim savaş diyorsa toplum onun arkasından çekilsin, kim barış diyorsa toplum onun arkasında olsun. Yoksa burası çok büyük acılara gebedir.

*** Seçim sonuçlarının güvenli olacağına inanıyor musunuz?

Güvenli ve huzurlu bir seçim ortamı olmazsa seçim sonuçları şaibe altında kalır. Pek çok manipülasyon yapılabilir. Geçen seçimler öncesi Diyarbakır mitinginde yapılan bombalama küçük bir olay değildi. O seçimin yapılamaması için olan bir eylemdi. Ama halkın duruşu ile bu provokasyon engellendi. Bu seçimde öfke birikimi daha fazla ve bunu kullanmak isteyenler olabilir. Hep beraber dikkatli olmamız gerekiyor.

‘Cizre halkına Ermeni demek artık hakaret değil’

*** Cizre’ye yürüyüşünüz, sizin şahsi yolculuğunuz gibi göründü bana bir yandan. Yüzyıl önce atalarınızın sürüldüğü topraklara doğru gidiyordunuz. Nasıldı?

Bu duygusal boyut benim için çok önemliydi. Yolda bunu hep hissettim ve bunu Cizre halkıyla da paylaştım. Yüzyıl önce Cizre halkının önemli bölümü Ermenilerden oluşuyordu.  Yüzyıl önce atalarım oradan çıkamadan katledilmişlerdi. Yüzyıl önce devlet görevlileri aynı şeklide Cizre’yi abluka altına almışlardı ve o zamanki Cizre halkı buna yol verdi ancak şimdi Cizre halkı, “Yüzyıl önce Ermeni’yi dövdürmeyecektik” diyor, yani “Yüzyıl önce yol verdiğimiz zihniyet bugün bize zulmediyor ve bizim irademizi kırmaya çalışıyor” diyor. Biz şunu söylüyoruz, silahlı direniş yapıldı, hendekler kazıldı ancak silahla varılacak bir yer yok. 10 yıl daha savaşsak varacağımız yer yine siyaset masası yoksa burası bir felaket yaşayacak.

*** Cizre’de sokağa çıkma yasağı olduğu günlerde çekilen videolar korkunç eylem ve söylemlerle dolu. Bunlardan bir tanesi devlet güçlerince yapılan anonslarda halka edilen “Siz Ermeni’siniz” ve “Ermeniler sizinle gurur duyuyor” gibi sözler var. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Bu anonslar yapıldıktan sonra hem Cizre hem de Kürt halkından pek çok mesaj aldım; kendini Kürt milliyetçisi olarak tanımlayanlar bile bunu nefretle kınadılar. Devlet güçlerinin bilmediği şu, sen Cizre halkına Ermeni diyerek küfrettiğini sanırsın. O halk yüzyıl önce birlikte yaşadığı Ermeni halkının başına gelen felaketi biliyor, yüzleşmiş, özrünü dilemiş ve o gün yol verdiği suçun bugün kendi başına geldiğinin farkında. O yüzden Cizre halkına Ermeni demek artık hakaret değil; hakaretti, bu bir hakaret olarak sunulmuştu, 20 yıl öncesine kadar işliyordu ama artık işlemiyor. Artık biz vücudumuzun neresi ağrıyorsa oralıyız. Bugün Cizre ağrıyor, Cizreli bir Kürdüz diyebiliyoruz. Ermeni’nin canı yanarsa Hrant’ta olduğu gibi hepimiz Ermeni’yiz deriz. Bu tür pisliklerle devlet kendi kendini batırıyor; yaftalar tutmuyor.

‘Mitinglerde bindirilmiş kıtalar var’

*** TOBB ve TÜSİAD öncülüğünde ayrı, bir de Pazar günü “terör karşıtı” mitingler oluyor. Bu mitingleri nasıl görüyorsunuz?


Bu mitingler sarayın dayatmasıyla yapılıyor. Toplumun pek çok kesiminde, TOBB dâhil, sarayın politikalarına karşı ciddi sorgulamalar olduğunu ancak ses çıkarılmadığını görüyoruz. Sarayın herhangi bir eleştiriye tahammülü yok. Mitinglerde bindirilmiş kıtalar var. Ne yazık ki sivil toplum da sarayın hegemonyası altına giriyor. Sanırım 2006 ya da 2007’de cumhuriyet mitingleri yapıldı. Onlar da bindirilmiş kıtaların AKP’ye karşı mitingleriydi. Bugün bayrak tehdit altında mı? Kim bayrağa karşı? Bayrağın bana karşı kullanılması, belli bir kesime karşı kullanılmasıdır yanlış olan. Barış mitingi olsun bayrakları el ele tutalım. Barış, savaşan taraflar arasında yapılır. Barış bir tarafı sütten çıkmış ak kaşık olarak göstererek ve diğer tarafı lanetleyerek olmaz. Barış, iki tarafı da masaya oturtmakla ve artık silah kullanmayacağız, sorunları masada çözeceğiz demekle olur. 7-8 Eylül’de genel merkezlerimizi yakanların ellerinde bayraklar vardı. Ne işe yaradı öfke ve nefreti körüklemekten başka? 

17 Eylül 2015 Perşembe

‘Cizre’de devlet güçleri ağır hak ihlalleri işledi’


Cizre’de dokuz gün süren sokağa çıkma yasağının ardından bölge savaş alanından farksız, Cizre halkı perişan. Hem bölgede olanları daha iyi anlamak hem de Kürtlerin taleplerini gözden geçirmek için insan hakları alanında çalışan avukat Nurcan Kaya ile söyleştik. Türkiye Barış Meclisi üyesi ve Londra merkezli Uluslararası Azınlık Hakları Grubu (MRG) Türkiye Koordinatörü olan Kaya, “Toplumsal barış tehdit altında ancak en kötü noktada değiliz” dedi ancak şunu da vurguladı: “Dünyanın pek çok bölgesinde etnik çatışmalar oluyor ve sonsuza kadar devam etmiyor. Ancak ne kadar uzun sürerse bir toplum için o kadar kötü olur. Umarım taraflar ateşkes ilan eder ve şiddet tüm topluma yayılmadan müzakereler başlar.”


*** Cizre’deki olayları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok ciddi. Gerçekten demokratik olan ülkelerde olmayacak olaylarla karşı karşıyayız; Cizre’de olanlar birkaç günle sınırlı değil, Temmuz’dan beri böyle ve devlet tarafından yapılan insan hakları ihlalleri artarak devam ediyor. En kötüsü de barış için umutların gitgide azalmakta olması. Barış Meclisi gibi bazı insiyatifler çok önceden uyarılarda bulundu ve barış çağrısı yaptı, ancak artık sözlerimizin önemi kalmadı. PKK ve Türk ordusunun tekrar silahlara dönmesinden korkuyorduk; şimdi toplumsal barışın tehlikede olduğu bir durumla karşı karşıyayız.

*** HDP’nin 300’den fazla binasına saldırı oldu, bazı Kürtlerin iş yerlerine salıdırlar yapıldı. Gözlemciler iç savaş olabilir diye uyarılarda bulunuyor. Bir Türk-Kürt savaşını işaret eden gelişmeler görüyor musunuz?

Bu saldırıların kendiliğinden olmadığı kesin. Ülkenin pek çok yerinde HDP binaları aynı gece ve aynı saatlerde saldırıya uğradı; hatta HDP Ankara ofisi yakıldı. Beşiktaş’ta bir grup milliyetçi, katliam istediklerini haykırdı; başka kentlerde mevsimlik Kürt işçileri saldırıya uğradı. Bütün bu saldırılar organize ve sistemli gerçekleşmiş gibi görünüyor. Siviller bu saldırıları kendileri planlamıyor olabilir ama organize saldırılar sürerse şiddetin yayılması ve tabi iç savaş çıkma ihtimali var.

*** Bu saldırıların organize olduğuna dair ne gibi işaretler var? Daha açıklayıcı olabilir misiniz? Derin devlete mi işaret ediyorsunuz?

Çok aktörlü güçleri kastediyorum. Öncelikle bir derin devlet refleksi var ve bu da polis, ordu, bürokrasi gibi güçleri içeriyor ve bunlar HDP’nin yükselişi ile Kürt sorununun barışçı çözümüne karşı olabilir. Bu güçler, Suriye’de Kürtlere yönelik gelişmelerden de rahatsız olup alarma geçmiş olmalılar. Saldırılardan MHP’yi sorumlu tutanlar var ancak biliyorsunuz MHP bu saldırılarla arasına mesafe koydu. Tabi bazı milliyetçiler saldırılarda rol almış olabilir ancak düğmeye basan onlar değilmiş gibi görünüyor. Hükümet bu saldırıları önleme ve soruşturma yürütme konusunda gerekeni yapmadığı için durum hükümet destekli eylemler yapıldığına işaret ediyor.
Bu arada hiçbir Türk’e bir Kürt tarafından saldırı yapılmadı – misilleme olarak bile. Aksine Kürtler, çatışma bölgelerinde yaralı ve ölmüş askerleri taşımak için TSK’ya yardım ediyor, insani yaklaşımda bulunuyor. Evet, toplumsal barış tehdit altında ancak en kötü noktada değiliz.

‘Kürtlere karşı düşmanlık kendi kendine olmadı’

*** Türkler arasında Kürtlere karşı gerçek bir düşmanlık var mı?
Türkiye’de Kürtlere karşı düşmanlık var ancak bu kendi kendine olmuş değil ve sadece son zamanlarda olan bir şey de değil. Medya ve siyasi aktörler insanların düşmanlık duygularını yıllardır ateşliyor. Son zamanlara bir örnek olarak, ülkenin en üst düzey liderleri HDP üyeleri için “terör örgütü PKK’nın uzantıları” diyor. Kürtlere karşı Türkiye’de düşmanlık Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri var. Önyargılar devlet tarafından besleniyor. Barış Süreci sırasında HDP için siyasi aktörlerin ettiği laflar tersine döndü. İnsanların bundan etkilenmesi normal. Bunun bir kısmı da Kürtlerin bu ülkede neler yaşadığının anlatılmaması yüzünden.

*** Bu anlatılmayanları anlatır mısınız?

Çok özetle; Güneydoğu’da köylerin boşaltılması; Kürtlerin ağır işkencelere maruz kalmaları; sayıları on binlerle ifade edilen faili meçhul cinayetlere kurban gitmeleri; Kürt köylerinin ve evlerinin yakılması… Bu zor geçmişle yüzleşebilmek, barış ve adaletle ulaşabilmek için hakikat komisyonları kurulması gerekiyor. Ancak bunlar anlatılabilirse barış süreci için toplum desteği sağlanabilir. İnsanlığa karşı işlenmiş olan suçlarda evrensel ilke, zamanaşımı olmadan bu davaların görülebilmesidir. Ancak Türkiye bu ilkeye de uymadı. Kürtler hakkındaki hakikatler Türk toplumuna anlatılsaydı, özür dilenseydi ve adalete erişim engellenmeseydi, Kürtlerin barış için daha çok umudu olurdu.


*** Biliyorsunuz hükümet ve pek çok Türk, Kürtlerin diğerlerinin sahip olduğu her türlü hakka sahip olduğunu, eşit vatandaş olduklarını savunuyor. Ancak hem Kürtler hem de bazı Türkler buna katılmıyor. Ne diyorsunuz?

Bir kere Kürtler bu ülkede eşit vatandaşlar olarak yaşamıyor. Anayasa ve çeşitli yasalar “Türklük” kavramına özel bir statü veriyor. Buna yönelik olarak yapılan reformlar bütünsel bir yaklaşım içermediği gibi bazı reformlar da yasal bir dayanağa sahip değil; devletin tüm dilleri koruma gibi bir sorumluluğu var ancak bu garanti altına alınmış değil. Örneğin, Kürtçe yayın yapan devlet televizyonu TRT 6’nın bir yasal güvencesi yok; yarın biri kapatsa kimse neden diyemez. Kürt vatandaşlar ve diğer azınlıklar bugün Türkiye’de geçmişe göre daha rahat yaşıyorlar ancak eşit haklara sahip değiller. Kültürel hakların uygulanmasında sorunlar var. Kürtler uzun süredir anadilde eğitim hakkını talep olarak dile getiriyor; bu arada belirtelim, Kürtçe öğrenmek Türkçe öğrenmemek anlamına gelmiyor. Türkiye’nin pek çok okulunda iki dilli, hatta üç dilli eğitim yapılıyor, yani bu konuda model aramak için başka ülkelere de bakmamız gerekmiyor. Kürtler, Kürtçe konuşarak kamu hizmeti alma hakkına sahip değil. Örneğin, yaşlı bir Kürt kadını yeterince Türkçe konuşamadığı takdirde devlet hastanesinde hizmet alabilmek için tercüman isteme hakkına sahip değil. Ayrıca Kürtler bir siyasi parti kurup siyasete girdiklerinde Kürt haklarını savunmaktan dolayı yasaklanmayacaklarına dair garantiye sahip değiller. Yüzde 10 seçim barajı hala uygulanıyor.

‘Özerklik bütün vatandaşları ilgilendiriyor’

*** Kürtlerin özerklik talepleri Türkiye’de “bölücülük” olarak algılanıyor. Bu talep nedir açar mısınız?

Bu konu Türkiye’de yerel yönetimlerde söz hakkı olmayan bütün vatandaşları ilgilendiriyor. Örneğin ben İstanbul’da yaşıyorum, vergi ödüyorum ancak yaşadığım bölge olan Beyoğlu’nda yapılanlarla ilgili olarak hiçbir söz söyleme hakkım yok. Türkiye’de yerel halkın pek çok merkezi uygulamaya karşı protestosu var – hidroelektrik santraller, nükleer güç, yeni köprüler, kanallar, vb. Ancak sistem o kadar merkezi çalışıyor ki yerel halkın projeler üzerinde söz söyleme hakkı olmuyor. Ayrıca ayrımcılık konusu var; sivil toplum örgütlerinin ayrımcılığa karşı yasa taleplerine rağmen, konu hükümet tarafından ele alınmıyor. Bir ev sahibi hala, “Romanlara, Suriyelilere, Kürtlere ev kiralamam” diyebiliyor. Pek çok işveren Kürtleri, Türkçeyi aksanlı konuştuğu için işe almayı reddedebiliyor ve hale hazırda bunlar yasalara karşı davranış ve uygulamalar değil.

*** Cizre’de olanlardan ilgili başka konulara atladık… Cizre konusunda başka neler anlatacaksınız?

Cizre’de ağır insan hakları ihlalleri yapıldı. İnsan hakları kuruluşlarının olanları görebilmek için bölgeye gitmesine izin verilmedi. Bölgeye giriş yasağı nedendi? Diyelim ki, sokağa çıkma yasağının gerekçeleri vardı, ancak bölgeye girişi yasaklamak kabul edilemez. Güvenlik gerekçeleri çocukları ve sivilleri öldürmek için, vatandaşların gıda, su ve elektriğe, sağlık hizmetlerine erişimini engellemek için bahane olamaz. Siviller, Cizre’de rehin alınarak cezalandırıldı. Sokağa çıkma yasağının kaldırılmasından sonra Cizre’de yapılan yıkımı görüyoruz. Bunu yapan güvenlik güçleri hakkında soruşturma açılacak mı? Sanmıyorum. Ve sadece Cizre’de değil doğu ve güneydoğuda pek çok bölgede hayat normal koşullarda değil.

*** Bu kargaşa ortamından barış sürecine girmek mümkün mü?

İstek varsa evet. Dünyanın pek çok bölgesinde etnik çatışmalar oluyor ve sonsuza kadar devam etmiyor. Ancak ne kadar uzun sürerse bir toplum için o kadar kötü olur. Umarım taraflar ateşkes ilan eder ve şiddet tüm topluma yayılmadan müzakereler başlar.

Söyleşimizin İngilizcesi burada.

6 Eylül 2015 Pazar

Türenç: Bir tek gazeteciyi bile Silivri zindanlarına tıktırmayacağız


Bu haftaki konuğum gazetecilik hayatına 1975’de başlayan ve halen Basın Konseyi’nin ilk kadın başkanı olarak görev yapan Pınar Türenç.

Bugün ve Millet gazeteleri ile Bugün TV ile Kanaltürk’ün sahibi olan Koza İpek Holding’e baskın yapıldığı gün konuştuk. Haftanın ilerleyen günlerinde ise gazeteciler hakkında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaretten açılan soruşturmalar artarken yine konuştuk.

Türenç’e göre cumhurbaşkanı buluttan nem kapıyor, her durumdan bir vazife çıkarıyor:

“Bu kadar cumhurbaşkanı, bu kadar gazetecilik yılımda, böyle çok soruşturma açtırmadı.  Üstelik bu tutuklamaya kadar varıyor. Şehitlerin defnedildiği törenlerde şehit yakınlarının sarfettiği sözlerden bile durumdan vazife çıkarılıp gözaltına alınan şehit yakınları var. İnsan kendinden korkmazsa suyun mecrasında akmasını sağlar ama bir korkunuz varsa işte böyle hukuk dışı yollar açma girişimleri olur.”

Türenç, gazetecilere gözdağı vermenin kolay olmayacağını söylerken vurguluyor:

“Fakat bu işler kolay olmayacak. Bir tek gazeteciyi bile Silivri zindanlarına tıktırmayacağız. Hepimiz Silivri’ye dizileceğiz ve kimseyi oraya kapattırmayacağız.”

Today’s Zaman’da İngilizce olarak çıkan söyleşimizde konuyu derinlemesine inceledik.


*** Koza İpek Holding’e ve altındaki bazı medya kuruluşlarına yapılan baskın sizin için şaşırtıcı oldu mu?

Şaşırtıcı değildi, neden, çünkü Fuat Avni’den duyumlarını aldık; Koza ve Zaman grubuna, Doğan grubuna ve Sözcü’ye yönelik baskın ve el koyma gibi girişimler olacağını öğrendik. Ancak geçen hafta bu konu bana sorulduğu zaman yapılacağını düşünmediğimi çünkü Türkiye’nin uluslararası itibarının bu kadar düşürülmez diye düşünmüştüm. Koza’ya baskın haberi ile uyanınca şaşırmadım tabi. Normal olmayan şeyler normalleşiyor; önce duyum alıp fikre alışıyor sonra olayı yaşıyorsunuz. Ama bu normal bir durum değil. Demokrasilerde kabul edilemez. Bizde tam bir demokrasi de yok. Umarım bu burada kalır ve ileri gitmez ama seçime kadar daha da gergin günler yaşayacağımızı düşünüyorum.

*** 1 Kasım seçimine kadar daha kötü neler olabilir?

Medya özgürlüğü olmayan bir yerde seçim sağlıklı yapılamaz. Normal olmayan gidişatın bir an önce normalleşmesini istiyoruz. Seçimler normal bir ortamda yapılmalı. Fuat Avni’nin dedikleri yine çıkarsa el koymalar başlayacaktır. Bunları daha önce de yaşadık; Kanaltürk Tuncay Özkan’ın grubundandı ve el koyularak alındı. Demokrasi ve hukuk dışına çıkan olaylar çıkıyor. Bir garabet dönemindeyiz. Bugün bu gruba olan yarın başka gruba olacaktır. Sözcü bugün boş sayfalarla çıktı. Boş çıkan köşe yazıları… Bu normal mi? İçimize siner mi? Nereye kadar gider?

'Hükümet Aksaray’ın yönlendirmesi ile tavır alıyor'

*** Operasyonlar konusunda muhalefette bir algı var ki o da şu; operasyonları cumhurbaşkanı yönetiyor. Bunu gazeteci kökenli milletvekili Barış Yarkadaş dile getirdi. Sizin düşünceniz ne?

Barış Yarkadaş’ın söylediğine katılmamak mümkün değil. Tayyip Erdoğan sık sık bu grup için “yaşatmayacağım” ve “başları koparılacak” gibi her türlü atıfta bulunuyor. Yönetimde tek muktedir Tayyip Erdoğan olduğu için de yapılanlar onun bilgisi ya da yönetimi ile yapılıyor demektir. Aksaray’ın ya da Beştepe’nin yönlendirmesi ile tavır alıyor hükümet.

*** Hükümetin hedefinde Cumhuriyet gazetesi de var; İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, MİT tırlarına ait olduğu belirtilen fotoğrafların yayınlandığı Cumhuriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar hakkında Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamında soruşturma başlattı. Sözcü gazetesi de bugünkü sayısında Sözcü’ye bir yılda 57 dava açıldığını belirtiyor. Başka neler var?

En çarpıcı olanlar Fuat Avni’den gelenler: Can Dündar hakkında terör suçu kapsamında dava açılması ve ilerleyen süreçte Cumhuriyet gazetesine el koyulacağı. Fakat bu işler kolay olmayacak. Bir tek gazeteciyi bile Silivri zindanlarına tıktırmayacağız. Hepimiz Silivri’ye dizileceğiz ve kimseyi oraya kapattırmayacağız. Başka gruplara el koyulacak mı bilmiyoruz. İzleyeceğiz. Doğan grubuna yapılan saldırılar çok fazla. Doğan Medya Grubu Başkanı Aydın Doğan etik kurulunu toplamış ve kendilerine terörist damgası yapıştırılmak isteniyor şeklinde görüş bildirmişler. Gazetecilik faaliyetleri terörist faaliyetler kapsamına sokulamaz. İpek Koza Grubu’na da terör örgütüne yataklık yapmak nedeniyle soruşturma açılıyor. Ama olmayan bir terör örgütüne nasıl yardım edilir?

*** Sosyal medya yasakları da var biliyorsunuz. Örneğin Twitter’dan Özgür Gündem’e erişim şu anda engellenmiş durumda. Geleneksel medya kanallarıyla ulaşılamayan haberler için sosyal medya bir alternatif kanal oluşturuyor ancak onun üzerinde de yasaklar var.
Evet, sosyal medyada erişime yasak daha rahat koyuluyor, bunun için gereken mevzuat da hazırlanmıştı zaten.


*** Cumhurbaşkanına hakaret davaları ya da soruşturmalarına da değinelim. Son olarak Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı’ya karşı bir savcılık incelemesi var – 12 eylül dönemine yönelik bir eleştirisi kapsamında. Bir de Bodrum ilçesinde yaşanan göçmen faciası sonrası sahile vuran çocuk cesedi üzerine "Utan ey büyük adam" başlıklı köşe yazısı kaleme alan Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök hakkında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a hakaret suçu içerdiği iddiasıyla soruşturma başlatıldı. Bugün yazarı Yavuz Baydar’a karşı da Erdoğan hakaret gerekçesiyle soruşturma var. Ve pek çok başka gazeteci ve kişi cumhurbaşkanına hakaretten ya soruşturma altında ya da yargılanıyor. Bu nasıl yorumluyorsunuz?

Cumhurbaşkanı buluttan nem kapar duruma geldi, her sözden ve durumdan bir vazife çıkarıyor. Bu kadar cumhurbaşkanı, bu kadar gazetecilik yılımda böyle çok soruşturma açtırmadı.  Üstelik bu tutuklamaya kadar varıyor. Şehitlerin defnedildiği törenlerde şehit yakınlarının sarfettiği sözlerden bile durumdan vazife çıkarılıp gözaltına alınan şehit yakınları var. İnsan kendinden korkmazsa suyun mecrasında akmasını sağlar ama bir korkunuz varsa işte böyle hukuk dışı yollar açma girişimleri olur. Ama bunların hiçbiri başarılı olmayacaktır.

Bu arada dünya çapında bir gazetecilik başarısı yaşadık. Bir fotoğraf karesi ile yaşanan dram sergilendi. Genç bir yerel gazeteci olan Nilüfer Demir yılın gazetecilik fotoğrafına imza attı ama bunun ötesinde başardığı şey dünyanın bu trajediyi duyması oldu. Bu da gösteriyor ki medyanın gücüne karşı etrafa korku salarak karşı durulamaz.

*** Bazı medya grupları da “havuz medyası” oldukları için hedef gösteriyor, tamamen gazetecilikle ilgisi olmayan türde yayınlar yapıyor. Türkiye’de yaşadığımız nedir?

Dünya Barış Günü’nde Türkiye ayrışma yaşıyor. Bugün ayrıca Yargıtay’ın açılış günü. Devlet adamları gelmiş yargıyı ve hukuku konuşuyor. Olanlar hukukun neresine sığıyor? Medya ile terör arasında bağlantı kurulması kabul edilemez. Gazetecinin toplayıp yayınladığı bilgi basılır, kiminin hoşuna gider kiminin de gitmez. Ancak gazeteciye terörist damgası koyarsanız kabul edilemez. Dün akşam Kanal 24’de üç yazar çıktılar Doğan Medya Grubu’nu kıyım kıyım kestiler; Aydın Doğan terör örgütü PKK’ya destek sağlayan kişidir dediler; en büyük medya grubu ve çok reklam alıyor dediler. Böyle bir yayıncılık ve gazetecilik nasıl olur? İlkelerimiz yerlerde sürünüyor. RTÜK hepimizin vergileriyle besleniyor ve bugün çıkıp kimi, nasıl suçluyorsun, elinde kanıt var mı diye sormuyor! Başbakan yardımcısı da konuşmuyor bu konuda; normal şartlarda bugün konuşmasını beklerdim. Televizyonda ya da basılı yayınlarda linç etme, hedef gösterme var. Taraflı yönetim ve benden olmayan yaşamasın; karşıma dikilen herkesi siler süpürürüm. Anayasa’nın 28 ve 30. Maddelerini bugün bir daha çiğnedik; halkın haber alma hakkının yok edilmesi. Böylesi gözdağı verilen bir yerde serbest gazetecilik yapamazsınız.

'En büyük iki sorun basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığı olmaması'

*** Siz uzun yıllar gazetecilik yaptınız. Böyle bir dönem yaşamış mıydınız?

Böyle bir dönem yaşamadık. 1974’den beri siyasi habercilik yaptım, cumhurbaşkanları ve başbakanları bire bir takip ettim; böyle bir dönem yaşamadım. 1950-1959 arası, ihtilale kadar, bazı gazetelerin boş köşelerle çıktığını biliyoruz. Şimdiki döneme bakıyoruz, 13 yıldır baskı var. Kanal 24’de Doğan Grubu’na karşı yapılan yayından örnek verdim, Hürriyet gazetesi kapansa çok mutlu olacaklar. Hürriyet en eski gazetelerden, halka malolmuş. 1950’li yıllarda bile bu anlayış yoktu. Özal döneminde ANAP’tan sorumlu siyasi muhabirdim; bu kadar yakın takip ettiğim Özal, “Bu kadar üstümüze gelmeyin, haksızlık yapmayın” diyordu bazen, o kadar; bu günlerde gördüğümüz gibi medya patronlarına telefon açıp Pınar Türenç’i karşıma bir daha çıkarmayın, soru sordurmayın, işten atın gibi şeyler olmuyordu. Demirel bir gün başbakanlık kapısında görüşürken çat çat soru sordum; “Pınar, o kadar üstüme gelme,” dedi. Dediği sadece bu; o zaman Milliyet’teydim, patronuma telefon açmadı. Akşam yemekte yanına çağırıp “Hadi, sor bakalım daha neler soracaksın,” derdi. Demokrat kimlikleri vardı bu siyasetçilerin. Şimdiki siyasi anlayış tek adam dönemi dediğimiz zaman “neyimiz eksik” diye soruyor siyasetçiler. Çok şeyleri eksik ve bunu kabul etmiyoruz. Evet, ekonominin iyi gitmesi çok önemli; halk cebine bakıyor ve yaşama mücadelesinde. Ancak aslında en büyük iki sorun basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığı olmaması. Yargının gücü olsa, bağımsız olsa bunlar olmaz.

*** Basın Konseyi üzerinde baskı var mı?

Şu kapıdan girince burası herkesin kurumu ve o grup şu grup diye bakmıyoruz. Medya özgürlüğü ve bağımsızlığı için çalışıyoruz. Dünya Basın Konseyi üyesiyiz. Türkiye’de, Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği tek danışman kuruluşuz. Yaptığımız çalışmalar oraya da gidiyor. Yurt dışı bağlantılarımız var. Üzerimizde kolay kolay baskı kurulamaz. Bize medya etiği ile ilgili şikayetler geliyor ve inceleyip “yersizlik”, “uyarı” ya da “kınama” kararı çıkarıyoruz. Aldığımız kararları medya ve kamuoyu ile paylaşıyoruz. Aynı kişiler mahkemelere başvurduğunda Basın Konseyi kararları bilirkişi raporu olarak kabul ediliyor. Ayrıca şeffafız, denetimden geçiyoruz. Ben seçimle göreve geldim. Kazancım yok buradan. Üye bağışları ve aidatları ile finansal destek sağlıyoruz. Bütün kurul üyelerimiz ve avukatlar ücretsiz olarak görev yapıyor. Çok sayıda gazeteci okur temsilcileri ve hukukçu üyelerimiz var yüksek kurulda. Hepsi de gönüllü çalışıyor ve kendileri üstüne harcama yapıyor masraflarımızı karşılamak için. Sivil toplum kuruluşuyuz.

*** Basın Konseyi’ne en çok kimler başvuruyor?

Gezi olaylarında bakanlardan biri bize başvurdu. Milletvekilleri ya da parti genel başkanları da başvuruyor. Halktan ve gazetecilerden çok başvuru oluyor. Yağmur gibi başvuru var son aylarda. Hukukçularla çalışıyoruz.

'Gazeteci kimliğini taşıyan kimse hapse girmemeli'

*** Tutuklanan gazeteciler için dayanışmayı anlatır mısınız? Tablo nedir?

Bu işler başladığında önce teker teker içeri alınan gazeteciler karşısında medya bir süre sustu. Biz öncülük yaptık ve Silivri’ye gittik ellerinden tuttuk, direnin dedik. Onlar da dışarı çıktıktan sonra gelip bize teşekkür ettiler. Basın Konseyi ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti ile İstanbul Gazeteciler Cemiyeti bu gazetecilerle birliktelik sergiledi. Silivri’deki koşulları anlatan bir kitapçık hazırladık ve gazetecilerin karşı karşıya kaldığı kötü şartları dünyaya duyurduk. O zaman Mustafa Balbay, Tuncay Özkan gibi isimler hapisteydi, şimdi dışarıdalar.

*** Şu anda Silivri’de tutuklu iki gazeteci kaldı yanılmıyorsam. Ayrıca başka illerde KCK kapsamında tutuklu olan gazeteciler var ve yine terör ile ilişkilendiriliyor. Silivri’de tutuklu olan Hidayet Karaca ve Mehmet Baransu’nun yalnız bırakıldığını söyleyenler var. Ne diyorsunuz?

Şu anda da çoğunlukla KCK ile ilişkilendirilen gazeteciler var, 20-22 kadar. Ayrıca Hidayet Karaca ve Mehmet Baransu ayrı nedenlerle içerideler. Gazeteci kimliğini taşıyan kimse hapse girmemeli. Gazete binasından gazeteci tutuklama olamaz. Hidayet Karaca da böyle alındı, gazete binasından alıp götürdüler. Bir yayınla ilgili olarak suçlanıyor. Hala mahkemesi görülmedi. En büyük sıkıntımız da bu. Hapiste tutulan gazeteciler 3-5 yıl sonra mahkemeye çıkıyor. Böyle bir adalet sistemi olabilir mi? Hapisten çıkarılıp tutuksuz yargılanmaları gerekir.

*** Karaca ve Baransu’yu da ziyaret ettiniz mi?

Ziyaret etmedik henüz. Ziyarete izin için başvuracağız. Yalnız değiller. Ben Basın Konseyi’nin başkanı olarak yalnız olmadıklarını her platformda söylüyorum. Gazeteci terörist değildir. Gazeteci terörist diye tutuklanamaz ama eğer yaslara aykırı bir durum varsa tutuksuz yargılanırlar. Gazete binalarından alınıp tutuklandılar.

*** CHP bir medya komisyonu kurdu ve medya üzerindeki baskıları araştırmaya başladı. Faydası olur mu?

CHP son 2-3 senedir Veli Ağbaba kanalıyla bu işleri yapıyor; medya raporları tutup yayınlıyor. Ayrıca bazı gazeteci kökenli milletvekilleri tutuklu gazetecileri ziyaret ediyor. CHP doğru bir iş yapıyor. MHP de medya üzerindeki baskıları eleştiriyor. Halkın haber alma özgürlüğü yoksa biz yokuz. Bu halkın özgürlüğüdür; haber alacak ve kararını buna göre verecek. Bir ülkede haber alma özgürlüğü kısıtlanırsa burada demokrasi yoktur.