25 Şubat 2015 Çarşamba

At üstünde piyano çalması beklenen kadınlar, 'kavvam' ve şiddet

Hülya Gülbahar hem bir hukukçu hem de kadın hakları savunucusu ve eylemcisi. Kendisiyle avukatlık bürosunda ilk söyleşiyi yaptığım günü dün gibi anımsıyorum… 2007 yılıydı. Gülbahar, Kadın Adayları Destekleme Derneği KA-DER’in taze başkanıydı. Meclisteki kadın milletvekillerinin azlığından, bunun nedenlerine, kadın adaylardan beklentilerden KA-DER’in bıyıklı kadınlar kampanyasına kadar pek çok konuyu konuşmuştuk. Aklımda en çok yer eden ve her anımsayışta dudağımda acı bir gülümseme bırakan Gülbahar’ın şu sözleriydi:

“İş siyasette erkeklere geldiği zaman kimse lise diplomaları olup olmadığını, yabancı dil bilip bilmediklerini, çok eşli olup olmadıklarını, hatta kendilerine karşı açılmış soruşturma olup olmadığını, kadına karşı şiddet uygulayıp uygulamadıklarını – bunlar kamuoyu tarafından bilinse dahi -- sormuyor. Ancak bir kadın aday gündeme geldiğinde, önce iyi bir anne, eş ve başarılı bir iş kadını olduğunu ispatlaması gerekiyor. Hangi erkeğin aday olmadan önce ebeveyn ve eş olarak nitelikleri sorgulanıyor? Oysa kadınlar siyasete girdiği zaman master derecesi sahibi olmaları, yabancı bir ülkede doktora yapmış olmaları, birden fazla yabancı dil bilmeleri, ata binmeleri, piyano çalmaları ve hatta at üstünde piyano çalmaları bekleniyor.”

Yıllar içinde Gülbahar’ın görüşlerine pek çok defa başvurdum, ve her seferinde sorularıma inanılmaz bir enerjiyle, gece gündüz fark etmeden zaman yaratarak verdi yanıtlarını. Son olarak geçtiğimiz hafta bir araya geldik. Bu son buluşmaya vesile olan olay, Türkiye’yi, özellikle de kadınları ayağa kaldıran, 20 yaşındaki Özgecan Aslan'ın bir erkek tarafından hunharca katliydi. Her gün en az bir kadının bir erkek tarafından öldürüldüğü Türkiye’de 2009’dan beri resmi olarak kadın cinayeti rakamları kamuoyuna bildirilmiyor. O zamanki Adalet Bakanı Saadettin Ergin, 2009 yılının ilk 6 ayında 953 kadının erkekler tarafından öldürüldüğünü söylemişti. Bundan sonraki dönemde kaç kadının erkek cinayetine kurban gittiğini anlamak için kadın hakları savunucuları iğne ile kuyu kazıyor. Ve söyleşimizde, kadına karşı şiddetin artmasında özellikle ve öncelikle devletin sorumluluğu nedir diye sorunca, bakın Gülbahar neler dedi:

“Kadına karşı şiddet ve ayrımcılık sapık, cani, canavar, hasta ruhlu, işsiz, alkolik erkeklerin fevri davranışları ile gerçekleşen ve toplumu üzüntüye boğan münferit olaylar değil toplumun her alanına kök salmış sistematik bir insan hakları ihlali. Sorun toplumsal olduğu için bütün uluslararası belgeler bu sorunu çözmenin devletin görevi olduğunu söyler. Ne yazık ki iktidar son dönemde hiçbir eleştiriyi kabul etmediğinden şiddet rakamlarını çarpıtmak ve gizlemek pahasına da olsa kendi dönemindeki artışı ve devlet olarak yükümlülüklerini yerine getirmemesini saklamaya çalışarak bu sorumluluktan kurtulmaya çalışıyor. Ve daha da önemlisi kadın erkek eşitliğine inanmıyorum söylemiyle siyasette yükselttiği ve bürokraside atadığı tüm kadrolar eliyle topluma, ailenin ve toplumun yöneticisinin erkek olduğu fikri empoze edilmeye çalışılıyor.

“Türkiye ortak sosyal hayatında yakın zamana kadar duymadığımız “kavvam” kavramını -- İslami olarak erkeğin kadının koruyucusu ve kollayıcısı olduğu -- çokça duymaya başladık. Medeni yasada aile reisliği kaldırılmış olmasına ve aile içi tüm hak ve sorumluluklar eşler arasında eşit paylaştırılmış olmasına rağmen ailede erkeğin üstünlüğüne dayalı bir modelin propagandası yapılıyor. Ailede, toplumda ve devlette reislik takıntısı var. Her topluluğa bir baş, en yüksek yetkilerle donanmış bir reis atama hayalinin en kolay gerçekleştirebileceği alan olarak aile pilot seçilmiş durumda – istihdam yasasının içine konan 500 aileye bir sosyal hizmet uzmanı konusu, kadınlar ve aile için son derece riskli bir alan; özel hayatın en mahrem alanlarının bile devlet tarafından fişlenmesi anlamına geliyor. Kaldı ki mecliste yasalaşmayı bekleyen taslak kişisel verilerin korunması kanunu insanların cinsel yönelimlerinden cinsel partnerleri olup olmadığına, etnik kökenden özel yaşam alışkanlıklarına kadar her şeyin fişlenmesi ve bu verilerin şirketlere ve başka devletlere satışı iznini veren bir metin.




“Bütün dünyada şiddet yüzde 5-10 artarken Türkiye’de kadın cinayetlerinde yüzde 1400 gibi artışlar olmasının Türkiye’nin siyasi iklimi ile bağlantısı var. Devlet bu bağlantının görülmemesini istiyor. Oysa ki imzaya Türkiye’de açıldığı için İstanbul Sözleşmesi olarak anılan, 1 Ağustos 2014’de yürürlüğe giren Avrupa Konseyi Şiddet Sözleşmesi’nin devlete yüklediği sorumluluklar var; mesela:

“Sözleşmeye göre taraf devletlerin, kadınların aşağı bir cins olduğuna ve kadınlarla erkekler için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan önyargı, örf ve adet, gelenek ve her türlü farklı uygulamayı ortadan kaldırmak için gerekli önlemleri alma yükümlülükleri vardır. Devletler ayrıca, kadın ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişmesini sağlamak için politikalar üretir. Sözleşme özellikle de kültür, örf ve adet, gelenek, din veya sözde “namus” gibi kavramların, şiddet uygulamak için bir mazeret olarak kullanılmasını engeller.

“Bu açık ifadeye rağmen devlet bunun tam tersini yaparak kadınlarla erkeklerin yaradılışları nedeniyle fıtratlarının farklı olması ve bu yüzden hiçbir zaman eşit olamayacakları propagandasını yapıyor olması Türkiye’de şiddetin artmasındaki en önemli sebeplerden bir tanesidir. Çünkü Türkiye’de kadınlar haklarından feragat etmek istemiyorlar.

“Siyasi iktidar açıkça kadın erkek eşitliğine inanmadığını söylüyor. Recep Tayyip Erdoğan ilk olarak Dolmabahçe’de kadınlarla buluşmasında söyledi. Türkiye’de bütün mevzuattan kadın-erkek eşitliği kavramı kaldırıldı. Sonra toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı kullanıldı ancak bunun LGBT bireyleri de kapsayacağı düşünülerek o da kaldırıldı. Toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının görüldüğü her yere fırsat eşitliği kavramı ekleniyordu. Şimdi o kavramdan da söz etmeme aşamasına gelmiş bulunuyoruz ve eşitlilik kelimesi yerine insanların yaradılışları gereği donatıldıkları kadınlık ve erkeklik işlevleri arasında bir eş değerlikten ya da eşitlik yerine adaletten bahsedilmiş oluyor. Eşitlik iktidarın ürettiği metinlerde insanların Allah katında kul olarak eşitliği kavramına dayandırılıyor. Allah’ın önünde kul olarak eşitlik kavramı çocuk bakımından evin geçiminin sağlanmasına kadar değişik alanlarda kadınlar ve erkekler arasında eşit sorumluluk, eşit haklı paylaşım, erkeğin evde çocuk bakması ve kadının dışarıda çalışması modelini imkansızlaştırıyor. Kadının en önemli ya da tek kariyerinin annelik olduğu iddiasıyla propaganda yaparsanız bu rollerin dışında roller edinmek isteyen kadınlar – eğitim, çalışma, siyaset yapma, sivil toplum kuruluşu toplantılarına katılma hakkı -- ciddi şiddete maruz kalıyorlar.

“Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç kadınların kahkaha atmasına karşı çıkmasıyla gündeme gelmişti. Bu konuşmasında kadınların cep telefonuyla çok konuştuğu şikayeti de vardı. Bu kadar üst düzey bir müdahale ile kadınlara karışılması çok vahim bir şeydir zira kadınları cep telefonu ile konuşma konusunda ürkütmek, erkeklere de bu konuda karışmak hakkını verme amacı taşıyor demektir. Takip ettiğimiz kadın cinayetlerinden birisi kadın telefonu açmadığı içindi; bir başkasında ise kadın telefonu açtığı için öldürüldü; bir başka kadın da telefonda gülerek konuştuğu için öldürüldü ki bu sonuncusunun kız kardeşi ile konuştuğu ortaya çıktı...

“Ayrıca Diyanet işleri mesaisinin yarısını insanların sevişirken üstünü örtüp örtmeyecekleri, banyo yaparken iç çamaşırlarını çıkartıp çıkartmayacaklarını söyleyerek harcıyor. Hatta onların yetiştirdiği din adamı görünüşlü şahsiyetler de erkeklerin annelerinin diz kapağından tahrik olup olmayacaklarını tartışıyor. Topluma pompalanan bu muhafazakar ve dinsel yaşam biçimi nedeniyle erkekler bu yaşam biçimini savunmak üzere kışkırtılmış, kadınlar ise itiraz etmemek ve itaatkar olmak üzere sindirilmiş oluyorlar. Hükümetin atadığı bütün kadrolar, kadın erkek eşitliğini aşındırmak üzere çalışıyor. Bu nedenle hükümeti şiddetle kınıyorum.

“Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif evleri raporuna göre 2009’da cinsel suçlardan cezaevine giren tutuklu ve hükümlü sayısı 7100. 2013’de bu rakam 12 bin 585’e sıçramış. Cinsel suçların çok azı mahkemeye geliyor ve çok az tutukluluk ve mahkumiyet kararı çıkıyor ama bu kadarcık veriyle bile 4 yılda rakamlar katlanmış. Üstelik genel olarak suç oranları arttı denilemez çünkü aynı raporda örneğin uyuşturucu kullanımında artış 23 bin 82’den 24 bin 890’a çıkmış, yani sembolik bir artış var ancak bedensel şiddet suçlarında katlamalı bir artış görüyoruz.

“Bütün dünyada şiddet artıyor bu artış yüzde 5-10 oranlarında olmasına rağmen sürekli istatistiki verilerle denetleniyor. Bu kadarlık artışlar bile hükümetleri alarma geçiriyor ve birden fazla bakanlığı eşgüdümlü çalışmaya sevk ediyor.

“Bizde ise kadına yönelik şiddetle ilgili 2009 sonrası resmi cinayet rakamı olmadığı gibi  kadın örgütleri ve gazetecilerin taleplerine rağmen sadece kısa bir ön rapor açıklandı ve raporun tamamı bize verilmedi. Dolayısıyla kadına şiddetin ne kadar arttığını göremiyoruz. Ancak açıklanan ön raporda bile şöyle anlamlı bir gerçeği görüyoruz: 2009 raporuna göre gebe her 10 kadından birisi şiddete uğradığını söylüyor. 2014 araştırması da gebe 10 kadından birinin şiddete maruz kaldığını gösteriyor -- “annelik kutsaldır” “cennet annelerin ayakları altındadır” “onlar melektir” propagandasına rağmen 2008-2014 arasındaki 6 yılda, yüzde 1’lik bile düşme olmadığını görmüş oluyoruz. Muhtemelen bu nedenle ne araştırmayı yapan Hacettepe Üniversitesi ne de Aile Bakanlığı bu rakamları açıklamıyor.”