26 Temmuz 2015 Pazar

Türkiye “günümüzün Nazileri” ne karşı olabilecek mi?


Bu haftaki söyleşimde konuğum güncel olayları uzun vadeli yaklaşımlarla yorumlayabilen ve bunları da kamuoyuyla anlaşılabilir şekilde paylaşan, yani “sırça köşk” te oturmayan bir akademisyen:
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öüretim üyesi Doç. Dr. Ayşen Candaş.

Cem Akaş’ın derlediği Kritik Kavşak adlı kitaptaki makalesinin ismi: Türk-İslam İstisnacılığı 2015: Cumhuriyetten Sultanizme?

Hem bu makaledeki fikirleri 7 Haziran seçimi sonrasında değerlendirdik hem de bölgedeki gelişmelere karşı Türkiye’nin tepkisini… 


*** “Türkiye’de vesayetsiz bir demokrasinin mümkün olduğunu bugüne dek savunmuş liberal ve/veya demokrat herkesin başına gelebilecek en kötü şey sanırım gerçekleşiyor, seçimler yoluyla -şimdilik kansız- bir devrim gerçekleşiyor Türkiye’de ve bu sürecin sonunda da Sultanlığa uyanabiliriz. Bu sistemin başına sadece siyasi değil, dini bir otorite de olmak isteyeceğine ve Hilafet makamı olarak da davranacağına şüphe olmayan bir adayın geçmek istediği, biraz nesnel bakınca, aslında aşikar duruyor,” paragrafı Kritik Kavşak’taki makalenizden.  Sanıyorum makalenizi 7 Haz. Seçiminden önce yazdınız, Türkiye’nin bir sultanlığa uyanabileceğini belirttiniz. Seçimden sonra yazmış olsaydınız farklı olarak ele aldığınız yönler olur muydu yoksa aynı görüşler çerçevesinde mi düşünüyorsunuz?

7 Haziran seçimleri yukarda anlattığım süreci kesintiye uğrattı, bu gidişatı şimdilik durdurdu. Ancak son yıllarda çıkarılan İç Güvenlik Yasası, MİT Yasası gibi yasalar yoluyla, yasal düzenlemelerle gizli bir anayasa zaten yürürlüğe girmiş durumda ve bu anayasada da temel hak ve özgürlüklere, eşitliğe, fren ve denge mekanizmalarına, bağımsız kurumlara, denetime, hesap verebilirliğe, şeffaflığa yer yok. Seçimlerde ortaya çıkan tablo, Parlamentonun güçlü bir Parlamenter sistemdeki gibi işlemesine elverecek bir tablo gibi görünüyordu. Ama bunun kolay olmayacağı, bu önemli fırsatın varolan aktörlerle kolayca değerlendirilemeyeceği anlaşılıyor. Meclis Başkanlığı seçimi ve koalisyon kurma sürecinden şu ana dek bize akseden, bu umut verici seçim sonrası tabloyu değiştirmek için, demokrasiyi seçmiş iradeyi silip atması hedeflenen ve tek parti rejimini konsolide etmesi umulan bir seçim yenileme sürecine gireceğimiz yönünde.  Yeni bir seçimin başka sonuç verip vermeyeceği ayrı bir soru ama seçimi yinelemekten umulan bu. Aynı sonuç çıkarsa yine seçim mi yapacağız ta ki AKP çoğunluğu çıkana dek? Kısacası gelişmeler makalede sözünü ettiğim durumdan henüz çıkılamadığını vurgular mahiyette bugün itibariyle.

*** 7 Haziranın sevinci bütün bu sebeplerle kısa sürdü, diyorsunuz yani…

Seçim sonrası yine de önemli ölçüde nefes alma imkanı oluştu, iklim önemli ölçüde değişti. Kendisine koşulsuz destek vermeyen siyasi iradeyi milletten saymayan bir olağanüstü hal var Türkiye’de bir süredir ve çoğulculuğu vurgulamış bir seçim sonucu oluşan Meclis aritmetiği, bu demokrasiyi hedef alan tehdidi ortadan kaldırmak için önlem alabilecekken alamaz halde şimdilik. Son yıllarda çok önemli yapısal zararlar verildi sisteme, zaten 12 Eylül darbe anayasasından devralınmış yapısal bozukluklar var, onun üstüne zamanla inşa edilmiş olan fren ve denge mekanizmaları, bağımsız denetleme kurumları, hesap verebilirliğin temel unsurları, temel hak ve özgürlükler de sistematik şekilde yok edildi. Yapısal/kurumsal zararı ancak ve ancak yapısal/kurumsal değişikliklerle geriye çevirmeyi umabilirsiniz, seçim sonucu ancak arkası gelirse, yani Meclis bu elzem reformların en azından bazılarını yapabilirse, güçler ayrılığını hiç olmazsa bir ölçüde kurumsallaştırabilirse “etkili oldu” denebilecek.  Şu ana dek bu yönde umut verici somut bir gelişme maalesef yok. Güçler birliği ihtirası şu anda daha yapısal ve kurumsallaşmış bir durum, arkasında da azınlıkta da kalsa muhalefete göre çok daha konsolide olmuş tüm kurumsal gücü, vergilerle toplanan kamu kaynaklarını elinde toplamış, bu işin devamından nemalanan ve gelecekte de nemalanmayı uman bir destek var. Kuşkusuz bu desteğin yekununun halkın çoğunluğu olmadığının, memnuniyetsizliğin huzursuzluğun  büyüdüğünün herkes tarafından anlaşılmış olması çok önemli. Bu psikolojik kazanım olarak da kalsa bundan sonraki seçimlere de yansıyacaktır.

“Avamın” asıl çıkarlarını “avam” dan iyi bilmek

*** AKP’nin bundan sonra nasıl bir yol izlemesini bekliyorsunuz?

AKP meşruiyetinin tek kaynağı olarak tanımladığı sandık üstünlüğünü bir ölçüde kaybetti, ancak yeni durumda salt sandığa dayalı meşruiyet fikrinden de vazgeçmeyi düşünmeye başlayabilir. Zira güçler birliği zaten tepeden mobilize eden, özünde elitist, paramiliterleştirdiği destek veren tabanıyla da eşitler arası demokratik bir ilişkisi olmayan, biat ilişkisi olan, onları hedeflere tek kişi eliyle yönlendiren bir rejimdir, “avamın” asıl çıkarlarını “avam” dan iyi biliyor olmak gibi bir mantığa da kolayca evrilebilir. Seçim sonrası bazı hükümete yakın ilahiyatçıların açıklamalarında bu vurgu vardı örneğin.

*** Türkiye’de özellikle 2011’den beri, rejimin ismine totaliter “diktatörlüğe geçiş rejimi”, “otoriter rejim” gibi isimler veren gözlemciler oldu. Siz “kuvvetler birliği rejimi” kavramını kullanıyorsunuz; nedir, anlatır mısınız?

Anayasal demokrasi ile otoriter ve totaliter rejimleri ayıran bir ölçüt kuvvetlerin birliği ya da ayrılığı. Devletin yapılanmasına dair olan bir konu, ancak hayatın her alanına - özel alan dahil - sirayet eden bir durum yaratıyor güçlerin ya da kuvvetlerin birbirine göre nasıl hizalanacağı sorusu. Kuvvetler birliği rejimi nedir sorusu, 2.Dünya Savaşının hemen öncesinde Almanya’da ortaya çıkan Milli Sosyalizm (NAZİ) rejimi, İtalya’daki Faşizm ve Stalin Rusyasında, Doğu Almanya’nın STASİ rejiminde iyice ete kemiğe bürünmüş birtakım tarihsel örneklere bakılarak yanıtlanmaya çalışılmış...Sağ ve sol totaliter örnekler var kısacası. Bu rejimlerin özelliklerinin bazısını bünyesinde toplamış, ancak çeşitli engellerle sonuçta totaliterleşmemiş tarihsel örneklere de otoriterlik derecelerine göre analiz yapılmıştır. Buna göre totaliter rejimlerin en ayırdedici özellikleri, yasama-yürütme ve yargı dediğimiz üç farklı devlet fonksiyonunun işleyişinin tek partinin tekelinde, partinin de tek adam elinde toplanması, o kişinin yasaların üzerinde addedilmesiyle ve bu durumun kurumsallaşmasıyla - örneğin diğer partilerin de toptan kapatılması ve muhalefetin tümüyle pasifize edilmesiyle – ve sürekli halkı terörize eden, özel hayat hakkında da sürekli istihbarat toplayan bir polis devletinin oluşmasıyla, tek parti üyesi paramiliterlerin sokaklara şiddet yoluyla egemen olmasıdır. Takdir edersiniz ki totaliterleşmenin tamamlanması bir süreçtir.


Modern mutlakiyet

*** Otoriterlik süreci zaten totaliterliğe varır diyorsunuz…

Nazi Hukukçusu Carl Schmitt’in tabii olumlayarak “karar verme yetisi” dediği budur, ya da “L’Etat, c’est moi!” hali... yani modern teknolojinin imkanlarıyla her yere nüfuz edecek şekilde kurumsallaşmış bir mutlakiyetçiliktir modern kuvvetler birliği. Bütün bu söylediklerimden çıkması gereken anlam şu: Otoriterlikle Totaliterlik arasında bir continium olduğu gözlemlenmiştir: Kendisine engel çıkarılmayan otoriterlikler sabit hızla giderken bir polis devletine, özel hayatın da denetlenmesine izlenmesine şekillendirilmesine ihtiyaç duyarlar ve bunu yapacak mekanizmaları inşa etmeyi başardıklarında ve toplum hayatının özel-kamusal farkını toptan yok ettiklerinde de totaliter rejimi kurmuş olurlar. Otoriter rejimler totaliter olayım diye karar almazlar, otoriterlikleri sabit hızla giderken duydukları ihtiyaçların mekanizmalarını kurarak otoriterliğin limitine varıp totaliter uyanırlar.

*** Bu durumu Türkiye’de hangi somut sonuçlarla görüyoruz?

Temel hak ve özgürlükleri yok ederek, eşitliği yasada uygulamada reddederek de; kuvvetleri tek elde toplayarak da, hukuku, hukukun üstünlüğünü yok edip keyfi olması kaçınılmaz bir mutlakiyet inşa edebilirsiniz. İki yol da aynı sonuca çıkar. Türkiye’de son yıllarda bu iki yol da aynı anda yüründü ve iki yol da büyük ölçüde aşıldı, hem güçler birliği büyük ölçüde tamamlandı; son “pürüzlere,” örneğin Anayasa Mahkemesi kararlarına ‘vesayet’ denebiliyor ve Anayasa mahkemesinin toptan kaldırılması tartışılabiliyor, bağımsız kurumlar denetim mekanizmaları şeffaflığa dayalı hesap verebilirliği sağlayan kurumlar toptan Yürütmenin başına bağlandı.  Benzer şekilde İç Güvenlik Yasası, son yıllarda çıkarılan başka yasalar ve düzenlemeler temel hak ve özgürlükleri askıya almış durumda, buna can güvenliği dahil. Polis “öyle hissetti” diye vatandaşı öldürmeye yetkili kılındı, “cebinde taş var sanmıştım” dediği anda da yaptığı bu yeni yasal mevzuata göre “yasal”. Hiçbir ifade ve protesto özgürlüğü bırakılmadı. Ancak tabii bu “yasal” yasaların hiçbiri “meşru” değil. Hiçbir hukuk devleti yani anayasal demokraside temel ve eşit hak ve özgürlükler yok edilemez, tam aksine; sistemin amacı aslen eşit hak ve özgürlükleri devletten, yani siyasi erki halk adına kullananların - bunlar kim olurlarsa olsunlar - olası istismarlarından korumaktır. Kuvvetler birliği siyasi iradeyi kurala bağlamak yerine ve bunun tam aksine, kuralsızlığı keyfiliği lider iradesinin mutlak gücünü ve lider direktiflerini norm haline getirir.

Çok partili muhalefet olsa…

*** Yeni bir seçim olacağı yönünde işaretler belirgin. Yeni seçimde yine benzer bir sonuç tablosu görüyor musunuz? Bu tablodan ne gibi bir koalisyon hükümeti çıkma ihtimali en kuvvetli gözüküyor?

Bu koalisyonu açıkça beyan etmek karlı olmadığından erken seçimden en fazla randımanı Kürt sorunu konusunda tutarlı şekilde muhalefette kalarak alacağını planlıyor. AKP ile gizli bir koalisyonun kendi seçmeninin de bir kısmının iradesine ters bir tutum olduğu görülüyor, zira keyfiyete mutlakiyet rejimine karşı verilmiş eski merkez sağ (eski ANAP; DYP) tabanın da şehirli oylarının bir kısmını topladı MHP. Bu strateji ile onları kaybedebilir ama HDP’nin yükselişinden rahatsız Türkçü kitleyi konsolide edebilir, hesabı bu yönde gibi duruyor. Zira gerçekliğini reddetmesine rağmen çözüm sürecinden öyle kolay vazgeçilmeyeceğinin farkında, ve inkar ettiği bu gerçeklik üzerinden rant sağlama derdinde, çözüm sürecinin devam edecek olmasına tersten ve barışın tersine giden bir yatırım yapıyor. MHP’nin oylarını arttırması ironik şekilde en çok da çözüm sürecinin sürekliliğine bağlı.

*** Bunun yanında AKP ve CHP arasında görüşmeler sürüyor.

Normatif açıdan olması gereken yüzde 60’ı temsil eden çoğulcu çok partili muhalefetin hatta AKP içindeki mutlakiyet karşıtı kimseleri de dışlamadan ve onları da kapsayarak temel haklar özgürlükler, eşitlik ve hukuku tesis etmek başlığı altında, başta gizli anayasa diye bahsettiğim kurumsallaşma yönüne girmiş otoriterleşmeye hizmet eden yasaları kurumları uygulamaları tersine çevirmesidir, ama bu iyi olasılığın olamayacağı hemen anlaşıldı. Aslına bakarsanız durum o kadar kritik bir kavşakta ki –aynı kitabın başlığı gibi!- bu normatif olanın yapılması, aynı zamanda bir zorunluluk bir gereklilik ve radikal bir ihtiyaç haline gelmiş durumda Türkiye koşullarında.

*** Çok partili bir muhalefet hükümetinin önündeki en büyük engel nedir?

Yine ve yeniden Türk sorunuyla içiçe bir Kürt sorunu.  Suriye’de Irak’ta olup bitenleri algılamayan, içe kapalı, arkaik ve bu sebeplerle gerçeklerden kopuk, dolayısıyla politika üretemeyen bir muhalefet toplamı var, körlükleri farklı yerlerde olsa da aralarında verili kısıtları gören pek az. Verili koşullarda aktörler belliyken bu kısıtlar altında en olumlu sonuç Türkiye açısından ne olurdu ve oraya nasıl gideriz, diye düşünmektir şu ortamda politika üretmek. Verili koşulları okuyamayan, kısıtları algılamayan, bunun yerine duygularıyla tepki veren, gerçeklikle bağı yok seviyesinde bir ideolojik anlayışlar bütünü AKP kadar muhalefetin çeşitli kanatlarında da mevcut. Bu ortamda da İslam devrimi yapmaya kalkanla sosyalist devrim olmak üzere zanneden farkında olmadan işbirliği içinde beraberce ülkeyi durağanlığa hapsetmekteler. Olası en iyi ihtimaller bu sebeplerle gerçekleşemiyor, muhalefet sorunlar nedir ve önlem almazsam ne olur tam okuyamadığı için etkin önlem almak üzere gücünü biraraya getiremiyor, herkesin sol ya da sağ devrim yapmaya kalkıştığı ortamda olağanüstülük hali normal birşeymiş gibi karşılanıyor, sonuçta asgari ortak müşterek teşkil edebilecek bir öncelikli hedef saptayamıyor muhalefet ve bunun üzerinde anlaşamıyor... Partilerin kısa vadeli parti-çıkarları muhalefetin önemli ölçüde enerjisini tüketiyor ve bütün bir ülke olarak yanına gelinmiş olan uçurumdan sapma yönünde kamu yararı için ortaklaşarak somut bir iş yapmalarını engelliyor. Bu durumda varolan kısıtlar altında olabilecek gibi tartışılan, Kürt sorunu açısından da en hayırlı olan, savaşın yeniden baş göstermesine karşı durabilecek gibi duran koalisyon dışardan HDP destekli 
AKP-CHP koalisyonu.

Şimdilik AKP karar vericilerinin büyük çoğunluğu kişisel açıdan riskli bu mecraya girmektense batan gemide gittiği yere kadar kaptan görünmeyi öncelemiş gibi duruyor. Batan gemi diyorum çünkü ekonomik, diplomatik, temel haklar ve özgürlükler, eşitlik ve yaşanabilirlik ölçütlerinde  dibe vurmakta olan Türkiye’yi çok ama çok zor bir dönem bekliyor.


Aslında ne istemediğimizi biliyoruz

***  “….aslında olması gerekmeyen, kader olmayan, engellenebilir bir felaketin yaşanıyor olması…” diyorsunuz Türkiye’de olanlar için. Bu felaket nedir? Nasıl engellenebilir?

Felaket; demokratikleşebilecek, bir anayasal demokrasiye evrilebilecek, birikimi demografisi gelişmişlik düzeyi buna elverişli, bulunduğu coğrafyada bir umut kaynağı olabilecek bir Türkiye’nin, bu umudunun ve bu vaadinin yok ediliyor olması. Engellenebilir çünkü topluma sorulsa Pakistan’da mı yaşamak istersin Hollanda’da mı diye, hemen kimse Pakistan’da Afganistan’da yaşamak isterim demeyecek. Kaç kişi göç ediyor oralara ‘iyi yaşamak istediğim için geldim, çocuklarım burada yetişsin’ diyerek? Bu bize bu tarz bir gidişatın toplumun genelinde aklını başına alıp düşünülse istenmediğini istenmeyeceğini anlatıyor. Tam olarak ne istediğimiz konusunda anlaşamasak da ne istemediğimiz üzerinde ortaklaşabiliriz, demokratikleşeceksek odaklanılması gereken bu. Hukukun üstünlüğü olmayan yerde ne ekonomi, ne hak, ne özgürlük, ne eşitlik, ne adalet olur. Kimimiz ekonomiyi, kimimiz adaleti, kimimiz özgürlükleri öncelikli addediyor olabiliriz, ama hukukun üstünlüğü konusunda anlaşabiliriz bu öncelik farklılıklarımıza rağmen.

Türkiye durumu okuyamıyor

*** Kürt sorunun halli için “çözüm süreci” diye tanımlanan süreç nereye gidiyor sizce?
Çözüm süreci tıkandı tıkanmasına ama bu sürece girilmesi de iç dinamikle değil dış dinamikler yoluyla olmuştu. Ben gene dış dinamiklere bakıyorum ve Kürtlerin Türkiye içinde barışa kararlı olduklarını görüyorum. Çeşitli sebeplerle çok ama çok mecbur kalmadıkça bu ateşkes hali Kürt tarafında sürecek, çünkü Kürtler kalıcı barış henüz olamasa bile içinde bulunulan ateşkes halinin değişmesini asla istemiyorlar. Türkiye’de büyük ölçüde anlaşılmayan mesele çözüm sürecine girildiği günlerle bugünler arasında geçen yıllarda aktörlerin, tarafların pazarlık güçlerinin, dış itibarlarının, varlıklarının yekununun, bu yekunun dış dünyadaki anlamının değişmiş dönüşmüş olduğu. Bölgede Türkiye’nin boyunu kat be kat aşan, Türkiye’nin kapıldığı büyüklük sanrısıyla yakın zamana dek hiç okuyamadığı gelişmeler oluyor ve Türkiye bir aktör olarak etkinliğini kaybettikçe bu kartlar da yeniden karıldı, oyun ve aktörler yeniden yapılandı. IŞİD denen oluşumla mücadele eden, başarıyla da edebilen, üstelik Kaideci Nusracı filan da olmayan, seküler olan, kadın düşmanı olmayan, çatısı altında başka dinlerden kimliklerden insanları barındıran koruyan eşit muamele eden bir Kürt modeli doğabilir Ortadoğu’da, bu vaat oluştu ve dünya bu aktöre yatırım yapmakta. Türkiye her kimliğe dine inanışa inanmayışa eşit mesafede duran bir devlet olarak kendini varedebilse, varolan sekülerlik kırıntılarından da vazgeçmese, eylemiyle ve söylemiyle dönüşmese, bölgedeki en önemli pazarlık avantajını da kaybetmemiş olacaktı; ama kaybetti. Bölgede ilk kez Kürtler dört ülkedeki varlıklarıyla bir aktör haline geldiler ve bu sadece Türkiye’ye ilişkin bir mesele değil, dolayısıyla Türkiye’nin tek başına karar verici olabileceği bir mesele de değil. Bölgenin savaşı Kürtlerle savaş değil IŞİD’le savaş, az sonra mecburen El Kaideyle, Nusrayla savaş...bu kaçınılmaz. Türkiye bu durumu okuyamadığı duygusal açıdan reddettiği müddetçe, öncelikleri dünyanın önceliklerinden sapmaya devam edecek. Kürtler artık bir ulus olarak uluslararası bir oyuncu ve itibar gören, çünkü durduğu yerin ahlaki üstünlüğü olan bir oyuncu bu savaşta. Türkiye ya Türkiye’de olan ve barış isteyen çıkarı iradesi barışta olan Kürt vatandaşlarıyla ve onların siyasi temsilcileriyle ve güneyinde asıl belaya karşı savaşan Kürt güçlerle bu anlayışa dayalı bir işbirliği yapacak, ya da günümüzün Nazileri addedilen addedilmesi gereken güçlere karşı en hafifiyle agnostik, tarafsız görünmeye çalışan, “IŞİD de kötü Kürtler de kötü” söylemiyle ve hadi sadece bu sebeple olsun “işbirlikçi” olarak addedilmesine yolaçan, müthiş itibar kaybettiren, gelecek nesillere de açıklayamayacağı ama reel ama ideolojik olan politikasına devam edecek.

Yüzde 99 Müslüman söylemi=homojenleştirme süreci

*** Yöneticiler yıllardır “yüzde 99’u Sünni” vatandaşı olan bir Türkiye’den bahsediyorlar. Sizin buna karşı tezleriniz var; anlatır mısınız?

Alevilerin varlığı, Sünni İslam anlayışlarının tektip olmayışı ve çeşitliliği, Binnaz Toprak’ın ‘şehirli Müslümanlığı’ benim bir çeşit “reform Müslümanlığı” olarak gördüğüm dindarlığın çeşitli yaşanma yorumlanma deneyimlenme çeşitliliği, varolan Müslüman kitlenin aksettirilmeye çalışıldığı gibi homojen olmadığını, hatta tam da Müslüman addedilen kitlenin kendi içinde fevkalade kutuplaşmış olduğunu kanıtlıyor. Örneğin yüzde 99 derken buna CHP tabanı da Aleviler de dahil ediliyor, ama buna karşılık CHPliler aynı zamanda son zamanda Halaçoğlu’nun da kendi zihniyetindekilerin kafasındakini açık yüreklilikle dile getirdiği gibi “dinsiz” de addediliyor.  Seküler ve “dinsiz” eşanlamlı kullanılıyor, oysa bu asla böyle değil. CHP tabanında da HDP’nin seküler kanadında da kendini dindar addeden ya da en azından ateist olmayan çok insan var. Dindar olup din devleti istemeyebilirsiniz. Yüzde 99 söylemi ise toplumsal mühendislik yoluyla homojenleştirme projesinin bir sloganı. Eğer yüzde 99 Müslümansa böyle tarihsel planda çokuluslu çok dinli bir toprak parçasında bu nasıl olmuş, eğer zorbalıkla olmadıysa? Ve şimdi çoğulculuğu reddeden bu söylem neden yine ortaya sürülüyor, amaç homojenleştirme değilse?

19 Temmuz 2015 Pazar

‘Havva Ana’ ve diğerleri ne istiyor?


2012 yılı baharında Sinop, Gerze’de başlayan bir yolculuğa çıkmış, Amasra ve Bartın’a doğru yola devam etmiş; bölge halkı, eylemciler, uzmanlar, yetkililerle görüşmüş ve geriye kocaman sorularla, biraz da hüzünle dönmüştüm:

- Bu güzellikler gerçekten yok mu olacak?
- Neden yöneticiler ve/ya iş insanları, halkın makul ve mantıklı nedenlere dayanarak şiddetle karşı çıktığı projeleri illa ki empoze etmek isterler?
- Nasıl olur da üniversitelerin, yerel halkın, uzmanların bunca bilgi birikimi ve araştırmaları göz ardı edilir?
- Yöre halkını ne jandarma ne tehdit yıldırmış; başka güçler yıldırabilir mi?
- Medya bu sesleri neden duyurmaz?

Sonuçta birkaç yazı yazdım (1 Nisan 2012, 8 Nisan 2012) ve aktivist Pınar Aksoğan ile beraber Açık Radyo’da termik santrale karşı direnen bölge halkının kararlılığını anlatmaya çalıştık. Hatta 2013’te de Çılgın Projeler Konferansı’nda bir panele katılmış ve bu haberleri yapma konusunda ana akım medyanın neden sınıfta kaldığını anlatmıştım…

Direnişler hiç bitmedi ancak alternatif medya hariç, genel medyada pek yer almadı. İstanbul’daki Gezi olayları bile adeta birden bire patlamış gibiydi çünkü öncesinde Anadolu’da HES’lere karşı süren direnişler gündeme çıkarılmıyordu.

Bu haftaki söyleşimde Bartın Üniversitesi öğretim üyesi ve aktivist Erdoğan Atmış, hem Yeşil Yol’a karşı çıkışı, hem daha öncesini, hem HES ve termik santral gibi projelerin nasıl “siyasi” olduğunu ve bu işlerin ekonomi-politiğini anlattı. 

2012’de bölgedeki araştırmamda katkıları büyük olan Atmış, bu defa da aklımdaki pek çok soruya yanıt verdi:



*** Rize ve Artvin protestoları neden şimdi öne çıktı ve duyuldu?

Aslına bakarsanız hükümetin -- devlet de diyebiliriz -- doğa yıkımına dayanan ekonomik büyüme politikalarına karşı tepkiler Gezi protestolarından önce başladı. Hatta Gezi, Anadolu’daki bu birikiminin daha büyük bir toplumsal tepki olarak İstanbul’a yansıması olarak görülebilir. Gezi’den önce de Anadolu’nun her yerinde HES’lere karşı mücadele vardı. Antalya’da, Muğla’da, Kastamonu’da, Bartın’da, Artvin’de, Rize’de yapılanları örnek verebilirim. Yöre halkı; hem ÇED Halkın Katılımı toplantılarını yaptırmayarak, hem ÇED izni çıkmış HES’lerin yapımını durdurmak için iş makinelerinin önüne yatarak, HES ve termik santral sahalarında nöbet çadırları kurarak ve olumlu çıkan ÇED kararını iptal için mahkemeye taşıyarak bu mücadelesini sürdürüyordu. Başlangıçta nehir tipi HES’ler konusunda çok şey bilinmiyordu. Özellikle bazı HES’lerin inşasından sonra yaptığı zararların gözle görülmesi ve vaat edildiği gibi HES’lerin yöre halkına gençler için yeni iş imkanı sağlamadığının anlaşılması tepkileri artırdı. İnsanlar; hem geleneksel yaşamlarının bozulacağını, hem de doğanın bir daha geri kazanılamayacak şekilde yok edileceğini anladılar. Nehir tipi HES’ler ülke gündemine bu kadar girmeden önce, 10-15 yıl önce, HES’leri yenilenebilir enerji olarak bilen bizler de bu yıkımlarla HES’lerin gerçek yüzünü görmüş olduk.

*** Rize’de olanları anlatır mısınız?

Rize’de Çamlıhemşin’de insanlar Samsun’dan Artvin’e kadar bütün yaylaları birleştirerek bu yaylaların doğasını değiştirecek 2600 km uzunluğundaki “Yeşil Yol” projesinin iptalini istiyorlar. Orada yola da ihtiyaç yok. Bölgeyi turizme açmak için uygulandığı söylenen bir proje. Oysa bölgeyi turizme açmak için bütün yaylalara 1990’lı yıllarda yol yapıldı zaten.  Doğu Karadeniz’de denizi doldurdular otoyol yaptılar, akarsuların üzerine de HES yaparak kelepçe altına aldılar ve aşağıda yapılacak proje kalmadı şimdi sıra 3000 metreyi kuşatmaya geldi. Şimdi mevcut yollar 7 metreye genişletilirken, yaylalar arasında da aynı genişlikte yeni yollar yapılmak isteniyor. Bu yollar yaylacılara ve yayla turizmine hizmet etmekten çok yaylalardaki potansiyel maden sahalarına ve enerji yatırımlarına ulaşımı sağlayacak veya kolaylaştıracak bir yol gibi görünüyor.

Asıl niyet yayla turizmini geliştirmek olsaydı...

*** Eğer asıl niyet yayla turizmini geliştirmek olsaydı ne yapılıyor olurdu?

Avrupa’daki örneklerden yararlanılabilirdi. İsviçre ve Avustur’ya da yüksek yerlere ulaşımı sağlamak için raylı sistemler ya da teleferikler kuruluyor. Bunları yıllar önce, 1990lı yıllarda önerdik ama tek yapılan yaylalara yol inşa etmek oldu. Bu yollar yaylacılığı bitirdi, yaylalarda evler, şehirler oluştu. Bu bölgeler günübirlik sayfiye alanlarına dönüştü ve şehirler nasıl çarpık yapılaşıyorsa, yaylalara da aynı şey yapıldı. Aşağıda nasıl kirlenme varsa dünyanın çatısı olan yaylalar da kirletildi. Yaylalardaki bu kirlenme aslında kentlerin daha da pislenmesine yol açacak. İşte insanlar bunun için itiraz ediyor. Yeşil Yol denen proje şimdiye kadar hayatta kalabilen yaylaların da yok oluşu demek.

*** Anadolu’da ilk protestolar ne zaman başladı?

2008 yılından sonra Doğu Karadeniz’de başladı. Trabzon, Rize ve Artvin’de  çok sayıda nehir tipi HES projelendirilmiş. Bir akarsu üzerinde çok sayıda HES yapılmak isteniyor. Rize ve Artvin’de yoğun tepkiler oldu. Trabzon’da pek tepki göremedik. Belki bu Trabzon’u sosyal yapısından kaynaklandı. Fakat İdarenin Trabzon Spor Klübü’ne de işletmesi için bir HES vermiş olmasını bu ilde tepkileri hafifletmek için kullanılan bir taktik olarak görüyorum.  HES’lere karşı yöresel tepkileri bir araya toplamak için “Derelerin Kardeşliği” ve “Karadeniz İsyandadır” gibi farklı topluluklar oluşturuldu.  Bu gruplar ve ekoloji avukatları hem toplumsal tepkiyi örgütlemekte, hem de artık ülkemizde göstermelik hale gelmiş ÇED süreçlerinde alınan ÇED olumlu kararlarına karşı mahkemelere dava açılması konusunda yöre halkına öncü oldular.  2011 yılında HES karşıtları Akdeniz, Karadeniz ve Ege bölgelerinden başlayarak yüreyerek Ankara’ya kadar geldiler. “Anadoluyu Vermeyeceğiz” adını alan bu hareket Ankara’ya sokulmadı. Gölbaşı’nda önü kesildi. Orada kamp kuran eylemciler, kampa yapılan ziyaretlerde HES’lerin vereceği zararları kamuoyuna anlatmaya çalıştılar. 

Kastamonu Cide’deki Loç vadisini kurtarmak için yöre halkının yaptığı mücadeleyi burada hatırlatmak istiyorum. Geçen hafta içinde  Loç halkının mücadelesini kazandığına ilişkin Danıştay’dan karar geldiğini ve yapılmak istenen HES’in iptal edildiğini duyduk. Fakat itiraz sürecinde köy halkıyla jandarma idare tarafından karşı karşıya getirildiği için,  yöre halkından 70 kişiye açılan ceza davaları hala mahkemede devam ediyor. Yani idare itiraz edeni cezalandırmakla tehdit ediyor. Bu tür uygulamaları ülkenin bir çok yerinde görmek mümkün.

*** Anadolu’da benzer mücadeleler termik santrallere karşı da var değil mi?

Evet, Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizin bütün kıyılarına termik santral kurma girişimleri var. Adana’dan İskenderun’a kadar kıyı şeridinde 17’den fazla termik santral projelendirilmiş durumda. Yörede sürdürülen mücadeleler sonucu, bu termik santrallerin bir kısmının ruhsatları ve ÇED olumlu kararları iptal edildi. Karaman Akçaşehir’de çiftçilik yapılan hektarlarca alanın linyit madeni sahası ve termik santrallere dönüştürülmemesi için Karaman Çevre Platformu mücadele ediyor. Maden çıkarılması için verilen ÇED olumlu kararı halkın açtığı dava sonucu iptal edildi. Çanakkale Biga’da termik santrallere karşı kazanılmış davalar var. Sinop Gerze’de Yeşil Gerze Çevre Platformu’nun verdiği başarılı mücadele sonucu yapılmak istenen termik santralin ÇED süreci ve daha önce verilen diğer izinler iptal edildi. Kısacası mücadele edilirse kazanılıyor. Yöresi için mücadele etmeyenler kaybetmeye mahkum.



*** Bütün bunların hükümetin ekonomi politikaları sonucu olduğu konusunuaçar mısınız?

Devlet doğayı ve toplumsal yaşamı yok edecek her türlü projenin önünü açıyor.  Örneğin, termik santral kurulabilecek ve liman yapılabilecek her kıyıya, 5-6 tane termik santral projesi başvurusunu kabul edebiliyor. Kıyısı olmayan iç bölgelerde ise -- Karapınar Havzası, Soma, Merzifon, Maraş vb. -- yer altındaki değersiz, kalorisi düşük linyit kömürünü kamuoyuna yeni keşfetmiş gibi sunarak şirketlerin termik santral kurması için zemin hazırlıyor.

*** Kasaya para girsin diye her proje onaylanıyor ancak yenilenebilir enerjinin geliştirilmesi için değil de doğaya ve topluma zararı olacak projeler yapılıyor, neden?

Var olan ya da dünyanın eskitmiş olduğu teknolojiler üzerinden iş yapmak daha kolay. Güneş veya rüzgardan yararlanmak Türkiye için yeni bir yöntem. Almanya için yeni değil; Almanya termik ve nükleer santrallerini kapatıyor, yenilenebilir enerjiye yatırım yapıyor. Şu an enerjisinin %27’sini yenilenebilir enerjiden sağlıyor ve 2050’de %100 yenilenebilir enerji hedefliyor. Türkiye’nin yenilenebilir enerjiye geçişi için teknolojiyi geliştirmesine ve bu yönde bir politik iradeye gereksinimi var. Ancak Türkiye’de yenilenebilir enerjiye destek konusunda bir hükümet politikası oluşmuş değil. Türkiye’de rüzgar santralleri yatırımları için pek çok başvuru var ancak hükümet – yani Enerji Bakanlığı ya da elektrik idaresi – bunlar için alım garantisi vermekten yıllarca uzak durdu. Bu süre içinde termik santral ve HES’lere ve de nükleer santrallere alım garantisi verdi.  Elektriğin tek alıcısı var o da devlet; devlet, doğaya ve topluma zararlı enerji yatırım türlerine alım garantisi verirken diğerlerine ya vermiyor ya da geciktiriyor. İkincisi, bu tesisler kurulduktan sonra bunların genel iletim hatlarına bağlanma sorunu var; rüzgar ve güneş enerjisi üretiminde devlet bu işi üstlenmiyor. Bu arada yenilenebilir enerji konusunda sağlıklı bir politika oluşturulmadığı için ve planlamalar yapılmadığı için, yine hükümete yakın çevrelerin isteğine göre şekillenen yenilenebilir enerji yatırımları var. Bu çerçevede bu yatırımlardaki yanlış yer seçimi nedeniyle özellikle Ege Bölgesi’ndeki tatil yörelerinde rüzgar santrallerine karşı tepkiler oluşmaya başladı.

Mücadele eden yol alıyor

*** Bu konuda Amasra’da olanlara bakarak, devlet politikası konusunda örnek verebilirsiniz sanırım…

Evet, Bartın Amasra’da halk Bartın Platformu önderliğinde yıllardır yapılması planlanan termik santral projesine karşı çıkıyor. Halkın tepkilerinin de sonucu termik santral ÇED süreci daha önce altı kez iptal edildi. Yapımcı şirket santrallerin ismini değiştirerek aynı yer için tekrar başvurdu. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bu başvuruları daha öncekilerle ilişkilendirmeyerek kabul etti ve halkın yoğun tepkisine rağmen ÇED raporunu kabul aşamasına getirdi. Buna rağmen süreçteki hukuksuzluklar nedeniyle rapor bakan tarafından bir yıldır onaylanmadı. Fakat bu arada termik santral ÇED süreci bitmediği halde termik santrali ülke elektrik sistemine bağlayacak iletim hattı Enerji Bakanlığı tarafından halkın parasıyla şirket için döşendi. Bunun için ormanlar yok edildi. 50 bine yakın ağaç kesildi.

*** Yöre halkı HES’lere, termik santrallere mücadelesinde ne kadar başarılı oluyor? Birkaç hassas milletvekili dışında milletvekilleri onların taleplerini meclis gündemine taşıyabiliyor mu? Hukuki olarak sonuç alınabiliyor mu?

Mücadele ederlerse oldukça yol alıyorlar. Her baroda bu işleri takip edip mücadele eden avukatlar var.  Ayrıca doktorlar,  mimarlar, mühendisler ve eğitimciler var. Bu insanlar mesleki bilgilerini bu mücadelelere gönüllü olarak sunuyorlar. Bu mücadeleler o yörelerde “çevre hareketi” olarak değil de “yaşama sahip çıkmak” adına anlamlı oluyor ve destekçi buluyor. Örneğin Bartın’da Amasra’da yapılmak istenen termik santrale karşı olan mücadele “çevre” adını almadı Bartın Platformu adını aldı. Zonguldak’taki mücadele “Yaşanabilir Zonguldak Platformu” tarafından yapılıyor.  “Çevre” daha entelektüel bir iş olarak görülüyor; halkın kendini dahil edeceği bir iş olarak görülmüyor. Daha önce TEMA ve Greenpeace gibi hareketlerin sahiplendikleri hareketler vardı ancak bu kuruluşlar gördüler ki, bu işleri kendileri sahiplenince yöre insanı uğraşmayı bırakıyor. Şimdi mücadelede çevre örgütlerinden çok, yöre halkı öne çıkıyor. Ulusal ve uluslararası kuruluşlar yine destek oluyorlar – örneğin, Greenpeace Türkiye’de termik santral proje ve mücadelelerini anlatan bir Kara Atlas yaptı. Greenpeace eskiden bölgede ses getiren bir eylem yapar, konu da kamuoyuna Greenpeace eylemi olarak yansırdı. Şimdi Greenpeace, Tema, WFF gibi örgütler yine mücadelelerin içinde var. Fakat daha çok yöre halkına destek düzeyinde ve mücadeleler arası koordinasyon sağlama konusunda destekler bunlar. Fakat, asıl mücadeleyi yöre insanı yürütüyor. Böylece yöre halkı mücadeleyi daha çok sahipleniyor. Köyde yaşayan muhtar, yaşlı teyzeler,  gençler…  Böylece mücadeleler daha uzun soluklu ve başarılı oluyor.

Milletvekilleri de belli oranlarda direnişlerin parçası olabiliyorlar. Eski milletvekillerinden Melda Onur, Karadeniz’i baştan başa dolaştı ve termik santral, HES ve madencilik vb. çevreye zararlı projeleri ve yöresel tepkileri Meclise taşımak için yerel mücadele temsilcilerinin siyasi parti grup yöneticileriyle Meclis’te buluşturdu. Bu günlerde Artvin Milletvekili Uğur Bayraktutan, ağaçlar kesilerek maden sahası yapılacak olan Cerattepe için mecliste eylem yaptı ve 24 saat meclisi terk etmedi. Bartın Milletvekili Rıza Yalçınkaya Amasra’daki termik santral konusunda mecliste çeşitli soru önergeleri vererek halkın “Termiksiz Yaşam” mücadelesini TBMM’ye taşıdı. Fakat burada konuyu gündeme getiren milletvekillerinin muhalefet partisi üyesi olması, iktidar partisine mensup milletvekillerinin bu konularda suskun kalması gerçekten düşündürücü.

Bartın’daki termik santral karşıtı mücadele 2009’dan beri devam ediyor. Bartın Platformu ÇED raporları sürecinde mücadele etti.  Süreç içinde raporun olumlu sonuçlanması için bürokratlar üzerine kurulan siyasi baskı sonucu 2014 Haziran’ında ÇED raporu onaylanma aşamasına getirildi.  Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce aradan bir yıl geçtiği halde raporu olumlu veya olumsuz anlamda imzalamadı. Bunda; Bartın Platformu’nun Türkiye’de daha önce hiç yapılmayan bir şeyi yapmasının etkili olduğunu düşünüyorum. Bu da raporun askıya çıkarıldığı 10 gün içinde 42 bin farklı itiraz dilekçenin bakanlığa ulaştırılmış olması. Sadece 42 bin dilekçe sahibi değil, bütün Bartın Halkı bakandan Amasra’ya yapılmak istenen Hema Termik Santrali ÇED Raporu’nu  iptal etmesini bekliyor.

HES yapılan dere yok oluyor

*** Siyasi müdahaleler nasıl yapılıyor?

Daha önce de söylediğim gibi Trabzon’da HES süreçlerine çok az itiraz edildiği için şu an onlarca HES işletmeye açıldı ve onlarcasının da inşaatı devam ediyor. Aslında itiraz etmeyenler kaybediyor. İşletmeye açılan HES’lerin verdiği zararları daha sonra herkes görüyor. Bir de projeler yapıldıkça vaatlerin doğru olmadığı görülüyor; örneğin, HES yapılırsa iş imkanları artacak diyorlar ama doğru değil; bir HES’te 4 teknisyen çalışıyor, o kadar. İşsizliğin yoğun olduğu bölgelerde iş vaatlerine kananlar olabiliyor. Yörede tepki gösterilirse sonuçta mahkeme süreci oluyor ve mahkemede kazanımlar elde edilebiliyor. Türkiye’de bir çok yerde itirazlar sonucu onlarca HES yapımının iptal edildiğini biliyoruz. Yaşadığım Bartın’da da halkın tepkisi ve mahkemeye gitmesi sonucu iki tane HES iptal edildi. Mahkemede HES projeleri mutlaka iptal ediliyor. Çünkü HES projelerinin son derece gelişigüzel hazırlanmış, doğayı talan eden projeler olduğu çok açık. Mücadele etmeyenler kaybetmeye mahkumlar ver HES’ler sonucunda oluşan olumsuz sonuçlara katlanmak zorundalar.

*** Ne gibi zararlar oluyor?

İnsanlar HES yapılan dereyi kaybediyor -- onun suyundan tarımda, hayvancılıkta yararlanamıyor;  tarım arazileri bu yüzden azalıyor; yaban hayatı susuz kalıyor; ormanlar bu HES’ler için kesiliyor ve ormanın kaybından doğan zararlar oluyor. Termik santrallere gelince havaya, toprağa ve suya büyük zarar veriyorlar. Oluşan kül atıkları sağlığa son derece zararlı. Termik santrallerin burada sayamayacak kadar çok doğaya ve insan sağlığına zararı var.

*** Kanunlarda ne gibi değişiklikler yapıldı?

En önemlisi 2005 yılında Maden Kanunu ve buna bağlı yönetmelikler değişti. Buna göre ormanlarda ve hatta milli parklarda bile maden araması yapılabiliyor. Maden derken bu altın, elmas, gümüş de olabilir mermer ya da taş da olabilir; üzerindeki orman değil altındaki taş değerli görülüyor. İnsanlar maden çıkarmak için orman kesimlerini görünce tepki vermeye başladılar.



*** Siyasi olarak hükümet ne elde ediyor bu projeler sayesinde. Bir kaç bin HES projesi var değil mi? Hükümete faydaları neler?

HES’ler siyasi projeler. Bu projeleri hükümet birilerine dağıttığı zaman onlar aynı zamanda hükümetin destekçisi de oluyorlar. Bir parti mitingi olacağı zaman HES yapılan yerde işletme oradaki işçileri ve halkı mitinge yönlendiriyor. Sadece ana akarsularda değil, onların yan dereleri üzerinde de HES yapılıyor. Bu kendiliğinden akan bir derenin kalmaması demek. Bunların sayısı 5 bine kadar çıkıyor. Ayrıca her bölgede termik santral projesi var; sayı 200’e yaklaşıyor. Türkiye’nin bu kadar enerjiye ihtiyacı olmadığını uzmanlar söylüyor. Ancak hükümet bu projeler sayesinde ekonomik imtiyaz dağıtıyor ve siyasi destek topluyor. Zaten projelerin verildiği isimler her bölgede aynı; projeler hükümeti destekleyen ya da destekleyecek iş çevrelerine dağıtılıyor. İşin ekonomi-politiği de bu… Anayasa Mahkemesi daha önce ormanların yok edilmesini sağlayacak yasaları geri çevirdi. Fakat hükümet bu yasaları tekrar istediği gibi değiştirerek ve bunlara bağlı yönetmeliklerle pek çok projeye izin vermeye başladı. Eskiden bürokratlar, kanunlar izin vermiyor diye bazı projelere karşı çıkıyordu. Önce bu projelere karşı çıkan bu bürokratlar görevden alınıyordu. Artık kanunlar ve yönetmelikler bu tür projeleri kolaylaştıracak şekilde değiştiriliyor; dürüst bürokratların uygun olmayan projelere itirazlarını dayandırdıkları kanunlar bir bir yürürlükten kaldırılıyor. Bu hükümet döneminde ilgili mevzuat ne yazık ki hukuksuz olarak, toplumun yararına olmayacak şekilde değiştirildi…

7 Haziran seçim sonucunun etkisi

*** Gezi olayları ve sonra 7 Haziran seçiminin devlet politikalarına ne gibi etkileri olabilir?
İnsanların bir araya gelerek gerçek bir toplumsal mücadeleye girişmesi hükümeti sarstı. Aslında Gezi, Anadolu’nun yansımasıydı. 2000’lerin başında insanlar bu tür mücadelelere girmeye çekiniyorlardı ancak artık çekinmiyorlar. 7 Haziran sonrası ortaya çıkan siyasi tablo da bu tür  tepkilerin yaygınlaşması için uygun bir atmosfer oluşturuyor.  Artık mutlak bir iktidar yok; iktidar sarsıldı. Bu arada medya da değişiyor. 7 Haziran öncesi kayıtsız şartsız iktidarı destekleyen, hiç ummadığımız medya kanalları şimdi Rize’de Yeşil Yol’a, Artvin’de Cerattepe madenine  karşı yükselen halk tepkisini haber yapabiliyor.  Oysa daha önce Anadolu’nun tepkisi yok sayılıyordu. Yoğunlaşan bu tepkiler sayesinde  yeni oluşacak hükümetin artık bu konuya daha farklı yaklaşabileceğini düşünüyorum. Bu yeni yaklaşım küçük bir revizyondan öte, halkın tepkilerini dikkate alan radikal bir değişim sağlamalı. Doğanın yok oluşuna neden olan madencilik ve enerji projelerinin uygulamaya koyulmasının artık çok kolay olmayacak. Artık halk tepkisinden doğan o kadar çok bilgi üretildi ki bürokratlar – hükümetin mutlak iktidarı da zayıfladığı için – bu bilgiyi daha rahat kullanabilecekler; eskiden, bürokratlar “biliyoruz ama yapamayız, siyasi baskı var” diyorlardı. Artık sorumluluklarını başkasının üzerine atamayacaklar.

*** Hiç örnekleri oldu mu?

Terme’de termik santral projesi vardı ve bu projeye karşı gelenlerden biri de AKP’den seçilmiş Terme belediye başkanı oldu; Terme belediye başkanının “cumhurbaşkanı dahi istese ben bunu yaptırmayacağım” diye  bir beyanı var. Aynı şey Merzifon, Suluova’da oldu; ticaret odası başkanları ve AKP’li belediye başkanı termik santrale karşı halkın yanında yer aldı. Ticaret odalarının iktidara karşı durmaları pek mümkün değildir. Fakat Suluoava’da hükümetin projesine karşı görünmeyi göze aldılar. Hem Terme’de hem de Merzifon’daki termik santral projelerine ait ÇED süreçleri Haziran ayı içinde durduruldu. Bu yaşananlar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndaki bürokratların 7 Haziran seçimlerinden sonra artık halkın tepkisine kulak vermeye başlamış olmasına örnek gösterilebilir.




Gel de uzlaş, gel de anlaş!


Bu haftaki söyleşi konuğuma göre Türkiye, Kürtlerle arasındaki sorunları çözse ve Suriyeli Kürtlere IŞİD’le mücadele etmeleri için yardım etse iyi eder; ve bu arada Ankara, Suriye konusunda tek taraflı bir kararla hareket etmekten sakınmalı.

Bunları söyleyen, uluslararası ilişkiler ve hukuk alanında üniversitede öğretmenlik yapan, Kültür Üniversitesi bünyesindeki GPoT düşünce kuruluşunun kurucularından Sylvia Tiryaki. 

Kendisi Slovak asıllı; 1989 Çekoslovak Kadife Devrimi sonrası Çek Cumhuriyeti ve Slovakya 1993’de “barışçı” bir biçimde ayrıldı. Akabinde her iki ülke de NATO ve AB’ye karıldı. Slovakya, AB ve OECD ülkeleri arasında en fazla ve hızlı büyüme rakamlarına sahip ülkelerden.



Yıllar içinde söyleşilerimizle beraber dostluğumuzun da geliştiği Tiryaki ile bir gün Çeko-Slovakya’nın ayrılma sürecini de konuşmak istiyorum. Tiryaki, bir Türkiyeli ile evli, yıllardır Türkiye’de yaşıyor ve kendisini yarı “Türk” sayıyor, üstelik TC vatandaşı; yani “yabancı” değil ve yaşam tecrübesinden dolayı Türkiye’ye dışarıdan bakma olanağına sahip. Bunun için kendisine Türkiye’yi normalleşme, toplumsal barışa kavuşma yolunda nerede gördüğünü sordum. O da anlattı:

“Slovakya’da milliyetçiler ve diğerleri tartışır, bağırıp çağırabilirler ama sonrasında her şey ‘pub’ da içilen biralarla unutulur. Türkiye’de öyle değil…”

Gerçekten de değil.

“Türkiye, Kürtlerle arasındaki sorunları çözse ve Suriyeli Kürtlere IŞİD’le mücadele etmeleri için yardım etse iyi eder,” evet, söylemesi ne kadar kolay! Ancak burada işler hakikaten kolay değil.
Bakınız Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Dolmabahçe mutabakatından haberim yok diyor. Oysa Cumhuriyet gazetesinde Can Dündar, hükümet yetkilileri ve HDP'nin İmralı heyeti arasında gerçekleşen Dolmabahçe görüşmesine ilişkin olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Dolmabahçe zirvesinin her aşamasından haberdar olduğunu, HDP’lilerin her talebinin anında telefonla kendisine iletildiğini ve onayı alındığını, “yetkili kişilere” dayanarak yazıyor.

Başka haberler de var: Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesut Barzani,Erbil ve Musul cephelerindeki peşmergelere gerçekleştirdiği bayram ziyaretinde yaptığı konuşmada, "Halkımızı bu sıkıntılı süreçten kurtarmak zorundayız. 'Bağımsızlık' ve 'boyunduruk' seçenekleriyle karşı karşıyayız" diyor.



Gel de uzlaş, gel de anlaş!

Tiryaki, anlaşmazlıkların, çözümsüzlüklerin, çatışmaların çözümü için çalışıyor. Kıbrıs sorunundan Kürt sorununa söyledikleri şöyle:

“Türkiye için en iyisi Rojava’dan IŞİD ile savaşan Suriye Kürtlerine bu savaşta yardım etmek. Yoksa Türkiye oyun dışı kalır, ve orada Kürtlerle Amerika olur. … Tampon bölge fikri yeni değil. Kurulması faydalı olabilir. Ancak sadece tek bir tarafın isteklerine göre şekillenmesi doğru olmaz. … Amerika ile Türkiye uzlaşırsa herkes için iyi olur.

“Kürtler tabi ki IŞİD’e teslim olmamalı. Bu Türkiye için çok daha tehlikeli olur. … Türkiye Kürtleri konusunda ise Türkiye devleti bütün vatandaşlarına eşit davranmalı ve kucaklayıcı olmalı. Türkiye, yeterince uzunca bir süredir barış sürecinin içinde, ve bu yüzden de Kürt karşıtı bir söylem kullanması gereksiz; ancak yine de bunu yapıyor, muhtemelen sebebi de HDP’nin seçimlerde AKP’yi tehdit etmesi: HDP barajı geçmeyi ve AKP’nin Kürt seçmeninin oylarını almayı başardı. Şimdi de erken seçim ihtimali var ve AKP buna göre davranıyor.”

7 Haziran seçimi ve dış politika

“Belli ki AKP ana koalisyon ortağı olacak, ancak kim koalisyonda olursa olsun, dış politikanın parametreleri aynı kalacaktır. Siyasi partiler maksimalist, uzlaşmaz pozisyonlarını bir yana bıraksalar ve çıkan sonuca uyum sağlasalar iyi olur. Heterojen sesler olması her zaman sağlıklıdır. Dış politikada da ne kadar çok ses temsil olanağı bulursa o kadar iyi olur.”

Sert dil terkedilmeli

“Türkiye, Suriye konusunda verdiği tepkilerde orantılı reaksiyon taktiğini kullanıyor. Aslında BM güç kullanma tehdidini yasaklıyor, ancak Türk dış politikasını şu anda zaten şartlar belirliyor. Eleştirdiğim bir konu üst düzey yetkililerin çok sert dil kullanmaları; bu tarafların beklentilerini arttırıyor ve iyi sonuçlar doğurmuyor.

“Türkiye 2 milyon Suriyeli mülteciye kapılarını açtı; bundan dolayı da Suriye politikası eleştiriliyor. Ancak başka bir hükümet bu şartlarda farklı şeyle yapabilir miydi bilmiyorum. Öte yandan, karşı tarafla hiç diyalogunuz olmadığı zaman, gelişmeler konusunda söyleyeceklerinizin geçerliliği de olmuyor. Suriye konusunda Türkiye kesinlikle tek taraflı davranmamalı. Kimsenin o liderle, bu kişiyle görüşmem veya konuşmam deme lüksü yok. Asad ile diyalog kurulmalı ve taraflar maksimalist beklentilerinden vazgeçmeli.”


Kıbrıs’ta çözüm fırsatı

“Kuzey’de yapılan seçimlerden sonra yeni bir lider var ve bu da güneyle ilişkilerin daha sıcak olmasını sağladı. Mustafa Akıncı ve Nikos Anastasiadis çözüm yanlısı. Yunanistan krizi, güney tarafının daha çözüm yanlısı olmasını sağlayabilir. Önceki liderler, Mehmet Ali Talat ve Dimitris Christofiadis çözüm süreci sırasında bir belge üzerinde mutabakata varmışlardı; bu, anlaştıkları ve anlaşmadıkları noktaları belirtiyordu. Yeni liderler için bu çok iyi bir belge; anlaşmazlıkları açıkça gösteriyor. Ayrıca BM gözlemcileri sadece gözlemci olarak hareket ediyor, konuşan taraflar kuzey ve güney liderleri. Kıbrıs’ta görüşmeler konusunda dikkatli iyimserim çünkü geçmişte de kaçırılan pek çok fırsat oldu.”

AB’ye karşı Yunanistan durumu olmamalı


“Yunanistan-AB sorunu da her iki taraftan da taviz gerektiriyor. Durum ‘AB’ye karşı Yunanistan’ şeklinde olmamalı. Yunanistan, AB’nin bir parçası Düşman değiller; aynı ailenin üyeleri ve sorunu AB içinde çözmeliler. Umarım AB bakanları Yunanistan’ın son teklifini iyi değerlendirir. … Türkiye’nin ne yapabileceğine gelince, aslında Türkiye’nin ihracatının sadece yüzde 50’den fazlası AB ülkelerine oluyor, yani AB’deki bir istikrarsızlık, Türkiye’yi de olumsuz etkiler. Türkiye, gelişmeleri dikkatle izlemeli. Türkiye, ekonomik olarak Yunanistan’a yardım edecek pozisyonda değil ancak askeri harcamaların azaltılması gibi güven arttırıcı bazı tedbirler ekonominin ferahlaması için her iki tarafa da yardımcı olabilir.”


13 Temmuz 2015 Pazartesi

Barışın önündeki dirençli engeller


Suriye’deki savaş kuşkusuz Türkiye için güvenlik tehdidi oluşturmakta, ancak bu tehdit bazen abartılı olarak kamuoyu önüne sürülmekte ve toplumun korkuları körüklenmekte. Son zamanlarda, başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, AKP çevreleri Suriye ile ilgili tehditleri yine gündeme çıkartıp sınırda bir tampon bölge kurulmasını destekliyor.

“Monday Talk” konuğum, Kürt sorunu ve uzlaşma konusunda çalışan akademisyen Ayşe Betül Çelik, Suriye’de savaş çıktığından beri Türkiye sınırında bir güvenlik tehdidi olduğunu belirtiyor, hem “neden şimdi?” sorusunu soruyor hem de yanıtlıyor:

“Bunun yanıtını biliyoruz. Erdoğan, Rojava kantonlarının birleşmesini istemiyor. Irak Kürdistan’ı kurulduğu zaman, Türkiye’de askeri ve siyasi liderlerin  “aşiret lideri” olarak etiketledikleri Barzani’yi siyasi bir lider olarak kabullenmeleri zordu. Türkiye’nin güneyinde özerk bir Kürt bölgesinin kurulması Türklerin korkularını tetikliyor ve bu korkular barışın önündeki en dirençli engeller. Erdoğan’ın dili ve hükümet yanlısı gazetelerin Suriye konusunda yazdıkları bu korkuları besliyor. Bunun yanı sıra Irak Kürdistanı konusunda olduğu gibi şartlar değiştiğinde pozisyonlar da değişebilir.”


Çelik’e soruyorum, Türkiye’nin Kürt konusunu Ortadoğu’dan ayrı görmek mümkün mü?

“Değil, Kürtler Irak ve İran Kürtleri ile güçlü bağlar kurmak istiyorlar, bunu özellikle Suriye Kürtleri ile de yapmak istiyorlar çünkü Rojava, Abdullah Öcalan’ın modeli. Yani Rojava özerk bölgesi oluşturulurken Suriye’deki Kürt liderler, Öcalan’ın demokratik özerklik modelini örnek aldılar. Bu tür bir model İran, Irak ve Türkiye Kürtleri ile güçlü bağlar kurmayı ve Öcalan’ın demokratik konfederasyon modelinin hayata geçmesi demek. Güçlü bir Kürt hareketi de pazarlıkta Kürtlerin elinin güçlü olmasını sağlayacaktır.

“Türkiye’nin PKK ile pazarlık yaparken, ISIL’a karşı savaşan YPG/YPJ güçlerini ISIL kadar tehlikeli gördüğünü ifade etmesi çok problemli. Pazarlık ve diyalog süreci, karşı tarafı ‘öteki’  ve gayrı meşru olarak görmemeyi gerektirir – ne yazık ki karşı tarafı ‘terörist’ olarak nitelemek tam da bunu yapmaktır.”

Peki, bu şartlarda Türkiye’nin Kürtlerle ‘çözüm süreci’ ne oldu, hala öyle bir süreç var mı diye soruyorum, Çelik öncelikle ‘çözüm süreci’ yerine ‘barış süreci’ terimini kullanmayı tercih ettiğini söylüyor ve açıklıyor:

“Çözüm sözcüğü devlet, PKK ve Öcalan arasında pazarlık ve diyalog sürecini anlatmak anlamında kullanılıyor. Oysa barış bundan daha fazla bir şey içerir. Barış için toplum seviyesinde gerginlikleri azaltmak için uğraşmak ve Türk olmayanlara, Sünni olmayanlara karşı ayrımcı olmayan yasalar geçirmek, yeni bir anayasa hazırlamak gerekir. Ayrıca soruna ‘Kürt sorunu’ denmesine de karşıyım. Evet, bu sorun büyük ölçüde Kürtleri etkiliyor ancak ‘bizim’ sorunumuz olarak görülmeli.

'AKP tek oyuncu olmakta ısrarlı'

“Sorunuza geri dönecek olursak, barış süreci bir süre için ivme kaybedecek. Bu arada toplumda daha çok tartışmaya ihtiyacımız var. Ancak içinde bulunduğumuz kutuplaşmış ortamda bunu yapabilmek bir hayli zor görünüyor. Şunu unutmamalıyız ki, barış sürecinin devam edebilmesi için toplumu dönüştürmemiz gerekiyor.”

Dünyada örnekleri görüldüğü gibi barış süreçlerinde duraklamalar olabiliyor. Bu tür geri gitmeler, sürecin doğal bir parçası mı diye soruyorum; Çelik evet, diyor ve AKP’nin oyundaki tek oyuncu olmasındaki ısrarını da anlatıyor:

“Seçimler de süreci etkiledi. AKP, elinin daha güçlü olduğunu zannediyordu ancak yanıldı. İkinci olarak da Kobani hesapları değiştirdi. AKP’nin bunu hesapladığını söyleyemem, sanırım bir seçim yaptı ve Kürt oyları yerine milliyetçi oyları tercih ettiğini gösterdi.”

Çelik, toplumun Kürtlerle barış sürecine hazırlanmadığını ve bunun için yapılması gerekenleri de şöyle özetliyor:

“Hala Kürt meselesi diye bir şey olmadığına inananlar bulunduğunu görmek anlaşılmaz bir durum.

Daha çok insan hikayesinin anlatılması ve duyulması gerek. Ne yazık ki dinlemeye açık olmayan kutuplaşmış bir toplumuz. Liderlerin de ötekileştiren ve ayrımcı olan ifadeler, sözler kullanmamak gibi bir sorumluluğu var. Sivil toplumun yerel seviyede yapacakları olabilir. Örneğin, 2009-2010’da Akil İnsanlar Komitesi çeşitli raporlar yazdılar ve diğerlerinin bakış açılarını yansıttı. Son olarak da medya, Kürtlerle ilgili olarak nefret söylemi yaymaktan ve negatif anlam yüklü basmakalıp ifadeler kullanmaktan kaçınmalı.”

3 Temmuz 2015 Cuma

Sansür gerçeğine tepki 140journos’u doğurdu



Türkiye’de geleneksel siyaset yine “aynı tas aynı hamam” dedirtirken, bu hafta konuğum sansüre tepkiden doğan 140journos’tan.

“O da ne” diyenler var mı?

Önce bir Twitter hesabı olarak kurulan 140journos’ta, 140 rakamı bir tweetteki karakter sayısı ve “journos” da argo tabirde gazeteci anlamında kullanılıyor.

Kurucuları ve editörleri gençler -- aynı Doğruluk Payı ya da Oy ve Ötesi’nde olduğu gibi yaptıkları etkiyle büyük olan gençler.

Sözü 140journos editörlerinden Melda Şener’e bırakıyorum:

“Benim gibi 20’li yaşlarında olan aktif sosyal medya kullanıcıları, Gezi Parkı eylemleri süreciyle beraber haber üretiminde başı çekmeye başladı. Bu eylemler sırasında kendi haberlerimizi kendimiz yapmak zorunda kaldık, çünkü ana akım medya kuruluş ve organları sokakta olup biteni görmemek için üç maymunu oynuyordu; asıl amaç hükümeti kötü gösterecek hiçbir habere imza atmamaktı. Örneğin CNNTürk, milyonların katıldığı ve polisin olabilecek en sert müdahalede bulunduğu bu eylemler sırasında penguen belgeseli göstermeyi tercih etti. Daha önce olmadıysa da, Gezi Parkı ile beraber Türkiye’de 30 seneden fazladır süren bir sansür gerçeği ile yüzleştik.



“140journos ile tanışmam 2013 yazında Yeniköy’de bir parka yapılan saldırının ardından gerçekleşen forum esnasında oldu. Çektiğim fotoğrafları ve metinleri alan 140journos, beni kaynak göstererek tweet atmıştı ve bilgi kirliliğinin çok fazla olduğu bir dönemde, bu bana adeta bir jest gibi gelmişti. Katıldığım ya da rastladığım her toplumsal olaydan içerik göndermem ile geçen bir süreden sonra, arkadaşım ve 140journos editörlerinden Can Pürüzsüz’ün kurduğu bağlantı ile 2014 Eylül ayında editör olarak  ekibe katıldım.

“140journos ile sosyal medya platformlarında doğrulanmış haberler üzerinden sağlıklı ve arşivlenebilen bilgi üretiyoruz. Bu anlamda toplumsal hafızaya yönelik sorumluluk açısından benim için büyük bir tatmin söz konusu. Ekipte bir içerik editörü olarak bulunmanın yanında, yeni mezun olmuş bir hukuk fakültesi öğrencisi olarak toplumsal anlamda takip edilen davalar hakkında, hukuk dilinin ağırlığından kurtulmuş bir bilgi akışı olmasına çok önem veriyorum. Çünkü herkesin bu davalar ve sonuçları hakkında doğru ve sade bilgiye ulaşabilmesi gerektiğini düşünüyorum. 140journos ile bu davalara giden kişilerin sağladığı içeriklerle hem anlık yayın yapıyor hem duruşmanın ufak bir özetinin yer aldığı görseller yayınlıyoruz.

“140journos oluşumuna baktığımızda Türkiye’deki medya kültürünün karşılaştığı sansüre tepkiyi görebiliriz. Hükümet ve iktidar odakları ile çıkar ilişkisinin oluştuğu durumlarda, medya kuruluşlarının belli büyük toplumsal eylemleri, haberleri yayınlamadığı bir gerçek, ve bunun cumhuriyet mitingleri, Tekel direnişi gibi örnekleri mevcut. 28 Aralık 2011 günü Uludere/Roboski’de gerçekleşen ve 34 kişinin ölümüne sebep olan askeri bombardımanda da aynı durum yaşanmıştı. Ana akımın tutumuna rağmen gazeteci Serdar Akinan, kişisel olarak oraya giderek, genelde yemek fotoğrafları paylaşılan Instagram platformu üzerinden olay yerinden görüntüler paylaştı. Bu davranıştan etkilenen arkadaşlarımız Engin Önder ve Cem Aydoğdu alternatif bir haberleşme platformu kurdular. En başta bir Twitter hesabı olarak kurulan 140journos’ta, 140 bir tweetteki karakter sayısı ve “journos” da argo tabirde gazeteci anlamında.

Doğru bilgiye dayalı proje 

“Ocak 2012’de Hrant Dink anma yürüyüşü ile yayına başlayan 140journos, 3,5 senedir kendi doğrulama ve paylaşım metodlarını geliştiren ve mümkün olan her sosyal medya mecrasına yayılan bir oluşum. Bu anlamda 140journos’un kitle kaynaklı, bağımsız ve doğrulanarak üretilen bilgiye dayalı bir proje olduğunu söyleyebiliriz.

“Gerçek zamanlı, yerinde ve doğrulanmış haberleri, nötr ve  yaftasız bir dil ile yazıyoruz ki, farklı ideoloji ve zihniyete sahip gruplar birbirinden haberdar olabilsin. Belli ideolojilere mal olmuş kelimeleri –örneğin halk, millet, direniş, saldırı, dayanışma vs.- kullanmayı tercih etmiyoruz, ancak hepsinin haberini aynı nötr dille ve ciddiyetle yapmaya çok özen gösteriyoruz. Buradan hareketle aslında, Cem Aydoğdu’nun da bir röportajında belirttiği üzere, tarafsızlıktansa çok taraflı olduğumuzu düşünüyoruz. Çünkü tarafsızlık belli bir mesafeyi gerektirir ancak biz her içerik için, ilgili gruba ilişkin bir emek ve vakit harcıyoruz ve birbirinden farklı pek çok sesin aynı şekilde duyulduğu bir platform haline geliyoruz. Bu yüzden Cem’in de dediği gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızamayacağı tek medya olduğumu da iddia ediyoruz, keza bugüne kadar yaptığımız işin yöntemine dair hiç olumsuz eleştiri almadık.

İnternet ortamındaki bilgi kirliliği tehlikeli olabiliyor

“Haberlerimizi doğrulamak amacı ile belli teknikler ve sistemler geliştirdik. Doğrulama süreci 140journos’un çalışmalarında hem ona has hem de olmazsa olmaz bir özellik, çünkü internet ortamında tahminlerin çok üzerinde bir bilgi kirliliği var ve kritik zamanlarda tehlikeli durumlara yol açabiliyor. 140journos editörleri olarak biz, profil kontrolleri, anahtar kelime ile aramalar, video ve fotoğraflar kullanarak içerikleri doğruluyoruz. Görsel içerikten olayın geçtiği yere dair bilgi edinebilirsek, adres bölgesinde bulunan yerleri telefonla arayarak bile doğrulama yapabiliyoruz.

"Kimi zaman ise, sosyal medya kullanımının yaygın olmadığı bölgelerde olan ya da sağlıklı içerik bulamadığımız olaylarda ise görgü tanıkları ile telefonda ya da yüz yüze yaptığımız kısa röportajları paylaşıyoruz. Bunlar aslında çok kolay ama pek çok kişinin vakit ayırmayı seçmediği teknikler. İçeriklerimizin metinleri, ilgili fotoğraf ya da videoda ne görünüyorsa bunu içeriyor çünkü kanıtlı bilgi ve haber paylaşmak bizler için çok önemli. Bu teknikler ve hassasiyetler sayesinde, sosyal medyada paylaşılan yanlış içerikleri doğrulama, ya da tartışmalı bir durum söz konusu olduğunda ilgili kişiye ulaşarak durumu netleştirebiliyoruz.

#NeOlmuştu etiketi ile olayların arka planı

“Şu an 10 kişilik bir çalışma ekibimiz var ve herkes kendi ilgi alanı ve yetenekleri ile 140journos’un farklı sosyal medya mecralarına –Facebook, Instagram, Periscope, Snapchat, Ekşi Sözlük vs.- yayılma hareketine destek veriyor. Twitter’da yayınladığımız doğrulanmış haber içerikleri format ve tekillik açısından bu platforma uygun ancak başka mecralarda da, o mecraya uygun içerik düzenlemesi yapıyoruz. Burada amacımız, sosyal medyanın her köşesindeki her kullanıcıya, haberi ve bununla oluşan bilgiyi sağlıklı şekilde aktarabilmek.

“Twitter’da da, tekil içerikleri anlamlandırmak için #NeOlmuştu etiketi kullanarak olayların arka planını paylaşıyoruz. Bunun için ayrıca haritalar oluşturmaya başladık; bunların Türkiye’nin karışık gündemini anlamak ve büyük resmi görebilmek adına çok fayda sağlayacağını düşünüyoruz. 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri esnasında tüm bu yeni mecralardan yayına başladık ve karşılaştırmalı seçim haritalarını yayınladık. Seçim sonrası her vekilin seçildiği bölge, cinsiyet, yaş, eğitim ve iş durumu, twitter ve mail üzerinden ulaşım bilgilerini gösteren bir harita hazırladık. Böylece her kullanıcının, kendisinin ne kadar temsil edildiğini görmesini amaçladık. İnternet kullanıcıları haritalarımıza ve diğer tüm mecradaki yayınlarımıza web sitemizden ulaşabilir.”


Söyeşimizin İngilizcesi burada.