24 Kasım 2015 Salı

‘Dışarıda terörü lanetlerken içeride IŞİD militanlarını beslemek abes’


Maya Arakon terör konusunda uzmanlığı olan, bu konuda dersler veren ve sahada çalışan bir akademisyen. Ayrıca Paris’te yaşamış birisi olarak 10 Kasım’da Paris’e yapılan IŞİD saldırısını konuşmak için kendisiyle bir araya geldik.

Söyleşimizde öne çıkan konular özetle şöyle:

“IŞİD, Suruç ve Ankara katliamlarını üstlenmedi, Paris’i üzerinden 24 saat geçmeden üstlendi. Yaptıysa neden üstlenmiyor? IŞİD, MİT ve emniyetin burnunun dibinde Ankara’daki saldırıyı gerçekleştirdiyse güvenlik birimlerini hakikaten çok iyi uyutmuş demektir. Dolayısıyla böyle saldırılar bu tür örgütler için prestij meselesi olur. Hükümet üstlendi diyor ama kendilerinin üstelenmediğini biliyoruz.

“Ankara’da bomba patlattığı zamana kadar IŞİD militanları Gaziantep’ten girmiş ve dolaşmadığı yer kalmamış. Başbakan IŞİD militanları için birkaç öfkeli genç dedi. Türkiye kendisini dünyanın merkezinde ve en akıllı sanıyor, kimsenin ne yapıldığını anlamadığını sanıyor. Dışarıda terörü lanetlerken içeride kendi insanlarına saldıran IŞİD militanlarını beslemek abesle iştigal oluyor. Ve bunu dünyanın görmediğini anlamadığını sanmak çok komik ve çocukça. Türkiye içeride de dışarıda da artık IŞİD’la ilgili olarak net bir çizgi ortaya koymalı. Sünni Müslüman kimlik üzerinden soyutlanarak ne kadar mesafeli olunabilir IŞİD’a karşı bilemiyorum. IŞİD bizim birinci önceliğimiz olmalıydı. O zaman ölümler önlenebilirdi ama milliyetçi oylara oynamak için PKK önceliğimiz, IŞİD değil dediler.


“Beyrut ve Ankara’da da saldırılar oldu ama dünya ayağa kalkmadı diyenler oluyor. Şöyle düşünelim, Sydney’de bir saldırı olsa ve 300 kişi ölse üzülür müyüz, evet, ama tehdit hisseder miyiz? Hayır çünkü orası çok uzak. Paris’ten, Avrupa’dan bakıldığı zaman Ankara ve Beyrut da çok uzak yerler olarak algılanıyor herhalde. Bir de bu coğrafyada zaten bu tür şeyler her zaman olduğu için bir kanıksama var. Paris tabi ki Avrupa’nın göbeğinde ve sembolik bir değeri var. Saldırının orada olması Batı’nın ne kadar vurulabilir olduğunu gösterdi ve güvenlik hissi yok oldu. Terörün amaçlarından biri de budur, kitlelere korku salmak. IŞİD terörü Avrupa’ya girdi.

“El Kaide’nin çoklu ve paralel eylemleri vardır. Pentagon ve Beyaz Saray2ın hedeflenmesi, İkiz Kuleler… IŞİD daha önce çoklu eylem yapmadı. İlk defa çoklu ve paralel eylem yaptı ve bunu Avrupa’nın göbeğinde yaptı. El Kaide’den tek farkı öldürürken kadın, çocuk demiyor, ayrım yapmıyor. 2013’de El Kaide’nin bir açıklaması vardı ve savaşmayan kadın, çocuk ve Müslümanların öldürülmemesi gerektiğini belirtiyordu.

“Paris deyince fuhuş, seks, içki gibi bir hayalleri var IŞİD’ın. Saldırı yaptıkları bölge de bunun olduğu yer olarak görülüyor IŞİD tarafından. Saldırı yaşam tarzına yapıldı. Taktik değiştirdiklerini görüyoruz. Ülkelerin sembolü olan yapılara değil de yaşam tarzına saldırıyorlar farklı olarak. Bugün Paris’te yarın Londra’da ya da Avrupa’nın herhangi bir yerinde olabilir.

“Büyük bir güvenlik açığı var. Daha önce sabıkası olan ancak Fransa’da takipten kaçırılan isimler var. Hatta bu kişinin babası bile onu Suriye’de bulup Fransa’ya geri getirmeye çalışıyor ancak Fransızlar bulamıyor, üstelik uluslararası olarak tutuklama kararı çıkarılan biri. Fransa’da polisin müdahalede çok geç kaldığını düşünüyorum.

“Fransa toplumu çok özgürlüğüne düşkün bir toplum. Pek çok önemli binada metal detektör yok sadece çanta arıyorlar.

“Hollande çıktı ve 2001’de George W. Bush’un yaptığı konuşmanın hemen hemen aynısını yaptı. Şimdi Ortadoğu’ya resmi bir savaşın bahanesi çıktı diye düşündüm. Güvenlik önlemlerine karşı özgürlükler meselesi gündeme gelecek. NATO girer mi devreye? Bu 5. Madde’nin işletilip işletilmeyeceğine bağlı. Yani bir ülkeye yapılan saldırı bütün NATO ülkelerine yapılmış olarak sayılacak mı? ABD’ye yapılan saldırıdan sonra girmişti. Fransa’nın hava saldırıları pek işe yaramaz; terörist öldürmekle bitmez.

“Türkiye karadan operasyon yapmayacağız diyor ama yeni bir Türkiye-Amerika işbirliğinden bahsediliyor. Bu nasıl olacak? Detayları belli değil. Zaten ortak hava operasyonları yapılıyor. Daha başka ne yapılacak bunu bilmiyoruz.

“Türkiye’de halkın yüzde 8 oranında IŞİD’a destek verdiği ortaya çıktı. Bu çok problemli bir durum.

“ETA, IRA gibi Ulusal örgütlerle müzakere edilebilir ancak IŞİD gibi uluslararası örgütlerle bu çok zor. Biz şeriat devleti istiyoruz diyen bir örgütle kim neyi müzakere edecek?

“Avrupa’da demokrasi denen rejimlerde doğan çocuklar neden IŞİD’a katılıyor? Fransa’da, Belçika’da doğup büyüyen çocuklar IŞİD’a katılıyor. Bu El Kaide’de de böyleydi. Batı devletleri neyi yanlış yaptı? Bunlar önemli sorular. Bu çocuklar Batı toplumuna nefretle bakıyor. Ayrımcılığa uğrayan insanların öfkesi bakışlarında hissediliyor. Şehrin merkezinde kendilerini çok yabancı hissediyorlar.

“G20’de Putin ciddi bir suçlama getirdi ortaya. Bir yerde bir savaş varsa silah satan birileri var demektir. IŞİD Paris’te kalaşnikof kullandı. Tavşana kaç tazıya tut diyen silah satan ülkeler var. Tabi bunun belgeleri elimizde değil. Reuters’ın geçen yılki bir haberinde Türkiye ne kadar inkar edersen etsin IŞİD’a silah yollandığı saptandı diyordu. Putin de ima ederken eminim Amerika’dan da kontrol edilemez bir silah ticaretine dikkat çekmek istedi. Kimse bunu kabul etmeyecektir.

“Bizim cumhurbaşkanı terör terördür hepsini eşit olarak görüyoruz dedikten sonra PYD’yi terör örgütü olarak gördüğünü söyledi. PYD ve YPG Batı’da IŞİD’a karşı en etkin savaşı veren seküler güçler olarak görülüyor. Türkiye ise onları yaşatmayız diyor. PYD ile IŞİD’i aynı kefeye koymak uluslararası çevrelerde çok garip karşılanır. İç politikada bu kart sürekli oynanıyor. Amerika başından beri PYD’ye destek veriyor. Türkiye dışarıda bunu ne kadar söyleyebiliyor bilmiyorum.

“Türkiye, Kürt sorunu ile ilgili olarak müzakere masasına dönmeyecek sinyali alıyorum. Güneydoğu anadolu’da sokağa çıkma yasağı ve sivil ölümler görüyoruz. Bir tane gerilla öldürülmemiş. Sokağa çıkma yasağı hiçbir işe yaramamış demektir. Sokağa çıkma yasaklarının siyasi meşruiyeti yok oldu.”

Söyleşimizin İngilizcesi burada

Mart ayındaki söyleşimiz: Barış hemen olur mu?  

2014 Temmuz ayındaki söyleşimiz


‘Özgür medya yoksa yolsuzlukla mücadele edilemez’


Şeffaflık Derneği Türkiye Direktörü Oya Özarslan’la bu ilk söyleşimiz değil. Son yıllarda genellikle her yıl bir araya gelip durum değerlendirmesi yaptık, derneğin kampanyalarını konuştuk. Bu defa da G20 zirvesi öncesi konuştuk. 

G20 liderler zirvesi öyle bir zamana denk geldi ki, 1 Kasım seçimi sonrası AK Parti’nin iktidarını sağlamlaştırdığı ve beklentilerin arttığı bir dönem. Öte yandan bu iktidar sağlamlaştırma hızla diktatörlüğe mi evrilecek sorusu. Seçim ertesi ilk icraatlerden biri hükümetin kendisine muhalif saydığı yayın organlarının mensuplarını akredite etmeyerek G20’ye almamak oldu. Hatta G20’nin başladığı tarihten birkaç gün önce de muhalif sayılan kanalların TÜRKSAT’tan fişleri çekildi.

Özarslan’ın söyleşimizde yolsuzluğun yaygın olduğu ülkelerde görülen uygulamaları anlatırken söyledikleri, 17-25 Aralık dosyasının kapatılma sürecini ve sonrasını tarif eder gibiydi:

“Yolsuzluğun yaygın olduğu yerlerde genelde aynı şeyler oluyor, önce soruşturma dosyaları üzerine gizlilik kararı getiriliyor, bunu medya yasakları takip ediyor, sonra da cezasızlık geliyor.”

Dünya ticaretinin yüzde 80’ini elinde bulunduran G20, 19 ülke, artı AB’den oluşuyor. 20 devlet birden her yıl sözler veriyorlar ama uygulanması için vatandaşların ve sivil toplumun takibi gerek. Sivil toplumun en önemli taleplerinden biri yolsuzluğa karşı savaş açılması.

Aynı zamanda Sivil Toplum 20 (C20) Yolsuzlukla Mücadele Çalışma Grubu’nda olan Özarslan’la söyleşimizden bazı satır başları:

“G20’den ana taleplerimiz, paravan şirketlerle ilgili uygulamaların hayata geçmesi, ihale sistemlerinin tamamen şeffaf ve bağımsız denetimlere açık hale getirilmesi ve açık veri konusunda harekete geçilip, anahtar verilerin yayınlanması.


“Bazı iş sahipleri vergi kaçırmak amacıyla bazı adalarda şirket kuruyor, peşine düşünce o şirkette muhatap olacak birini bulamıyorsunuz. Bazı diktatörlerin bu tür şirketleri var ve kamudan çaldıkları paranın peşine düştüğünüzde karşınızda kimse yok. Geçen yılki G20’de bu konudaki kaygılarımız resmen tanındı ancak bu konuda somut bir adım atılmadı. Britanya ve AB’de bu yönde gelişmeler olması umut verici.

“Türkiye’de ise böyle bir gelişme yok. TMSF tarafından geçmişte el koyulan bazı şirketlerin arkasında da paravan şirketler olduğunu duymuştuk.

“Türkiye’nin yolsuzluklarla mücadele konusunda ilerleme kaydetmesini anlamanın tek yolu bu doğrultuda reformlar yapıp yapmadığı. Peki yapıyor mu? Hayır, uzun bir süredir yapmıyor. Cumhurbaşkanının eleştirisinden sonra meclisteki şeffaflık paketi kayıplara karıştı. Ancak bu paketteki bazı maddeler AK Parti’nin seçim bildirgesindeydi. Bunun takipçisi olacağız.

“Kamu görevlilerinin mal varlıklarını açıklamaları için kampanyamız devam ediyor. Bunu zorunlu kılan bir kanun olmadığı için kimse kendini bildirme zorunluluğu altında hissetmiyor. 550 milletvekilinden sadece 35’i bildirimde bulundu ve bunların çoğu HDP’den ve CHP’dendi. AK Parti’den kimseye ulaşamadık. Aslında kamu görevlilerinin mal beyanı yapması için bir kanun var ama bu bildirimle kamuya açık değil. Hâlbuki dünyanın pek çok ülkesinde bu konuda açıklık var.

“Türkiye’de yolsuzluğun cezası yok. Böyle olunca toplumda oluşan izlenim yolsuzluk yapanın yanına kalacağı. Türkiye, G20 içinde yolsuzlukla mücadelede ortalamanın altında, açık veri konusunda ise sondan dördüncü.

“Gazeteciler haber yaptıkları için mahkemelere çıkıyor. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin açıkladığına göre 2014 yılında yolsuzluk konusunda haber yapan 120 gazeteciye karşı dava açılmış ve bazıları hapiste. Bu yılki rakamı bilmiyorum ama bu durum kabul edilemez. Özgür medya yoksa yolsuzlukla mücadele diye bir şeyden söz edemeyiz.”

Söyleşimizin İngilizcesi burada

Önceki söyleşilerimiz:





23 Kasım 2015 Pazartesi

‘AK Parti ekonomik, sosyal reformlara odaklansa daha iyi eder’


AK Parti’nin yüzde 49.3 oyla hükümeti kuracak çoğunluğa sahip bir parti olarak çıktığı 1 Kasım seçimi sonrası değerlendirmeler için bir araya geldiğim Prof. Ali Çarkoğlu, AK Parti’nin anayasayı değiştirmeye odaklanmak yerine ekonomik ve sosyal reformlara yönelmesinin daha faydalı bir iş olacağını vurguladı; bunun sebebini de şöyle açıkladı:

“Sosyal ve ekonomik reformlara odaklanmak daha iyi sonuçlar verecektir çünkü daha fazla popüler destek görecektir. Oysa yeni bir anayasa için uğraşmak dirençle karşılanacak kutuplaşmaya neden olacaktır. Partiler arasında güven zamanla arttıkça uzlaşıya dayalı bir yeni anayasa yazma meselesi tekrar yaratılabilir.”

1 Kasım seçiminde CHP 25.3 ile 7 Haziran’a göre yüzde 0.4 oy artışı ile ikinci parti oldu. 7 Haziran’da Ak Parti yüzde 41 oy almış ancak elde ettiği 258 milletvekili hükümeti kurması için yeterli olmamıştı. Muhalif partiler de bir koalisyon hükümeti kurmayı başaramayınca, Ak Parti’nin çağrısıyla 1 Kasım’da yeniden seçim yapıldı.

Seçmen davranışı üzerine çalışmalarıyla tanınan Ali Çarkoğlu’na 1 Kasım’da çıkan sonucu bekleyip beklemediğini sordum, işte yanıtı:

“Hayır, beklemiyordum. Seçmenler genellikle partileri performanslarına bakarak değerlendirir. Performans da izole bir kavram değildir tabi ki, ideolojik duruş, dünya görüşü ve değerleri de kapsar. Eğer AK Parti’ye oy veriyorsanız bir CHP seçmeniyle aynı şeyi görmezsiniz. Örneğin AK Parti seçmeni ekonomiye pembe gözlükle bakar ama CHP seçmeni öyle değildir. Seçim öncesinde seçmenin çoğunun ekonomi ya da siyasi gelişmeler konusunda güllük gülistanlık bir bakışı olmadığını düşünüyordum. Belli ki yanılmışım; AK Parti’nin performans değerlendirmeleri düşük olmasına rağmen pek çok seçmen AK Parti’ye oy verdi – AK Parti bu seçinde 4.5-5 milyon fazla oy kazandı."


Tabi bu sorunun arkasından gelen sorum, AK Parti’ye verilen bu desteğin arkasında ne olduğuydu. Çarkoğlu buna karşılık, 7 Haziran ve 1 Kasım arasındaki gelişmeleri gören seçmenin bu şekilde bir kaos ortamında yaşamak istemediğini gösterdiğini söyledi.

“Seçmen dedi ki, evet, AK Parti’nin performansı mükemmel olmayabilir ama geçmişte oldukça iyiydi. Hükümet kurulamadığı takdirde bir kaos ortamında yaşamak istemiyorum.”

Peki CHP daha iyisini yapabilir miydi?

“Durumdan memnun olmayan muhafazakar Kürt seçmeninin CHP’ye gitmesini bekleyemezdik. Belki sadece MHP seçmeni CHP’ye gidebilirdi ancak cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra görüldü ki CHP’nin seçimi kazanma olasılığı olmadığından onlar da AK Parti’yi tercih ettiler. Sadece bir gurup sol eğilimli liberal seçmen CHP’ye dönmüş görünüyor. HDP’ye bakarsak, Güneydoğu’da Kürt bölgeleri yakılıp yıkılırken, bölgede askeri harekat varken Kürt seçmenin oylarının tamamının HDP’ye gitmesi imkansızdı.”

Söyleşimizin İngilizcesi burada

8 Kasım 2015 Pazar

Medya etrafındaki çember daralıyor


1 Kasım seçiminin hemen öncesinde konuğum Türkiye Gazeteciler Sendikası Genel Sekreteri Mustafa Kuleli oldu. Kuleli, kendi tanımıyla "işsiz bir gazeteci." Aslında TGS genel sekreteri olarak işi başından aşkın ve en sık yaptığı şeylerden biri, hükümetin medya üzerine baskıları yüzünden kınama metinleri kaleme almak. Oysa onun istediği Türkiye'de sendikalı medya çalışanı oranının utanç verici yüzde 6'dan çok yukarılara çıkması. Bunun için için mücadele veriyor.

7 Haziran seçiminden bu yana medya üzerindeki baskılar arttı. İşte bunları gözden geçirdiğimiz söyleşimizden satır başları:


"7 Haziran'dan bu yana Hürriyet binasına AKP yandaşları tarafından saldırı düzenlendi; CNNTürk program yapımcısı Ahmet Hakan, 3'ü AKP üyesi olan 4 kişi tarafından saldırıya uğradı; Ankara katliamı sonrası yayın yasağı geldi; ve İpek Medya Grubu'na el koyuldu.

"İpek Medya Grubu'na saldırı sonrası oradaydım. Bu desteği hem bir sendika başkanı olarak dayanışma adına hem de insan olarak verdim. Ve orada, ne olursa olsun, ertesi günün gazetesini hazırlamak için kararlı olan gazeteciler gördüm. CHP, HDP ve MHP'den temsilcilerin de orada olması olumluydu. P24, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Basın Konseyi gibi kurumlardan kişiler de oradaydı. Ayrıca Can Dündar ve Cumhuriyet'ten ekibi de vardı. Kürtlere yakın ve sol basın da desteğini gösterdi. Yine de desteğin yeterli olmadığını düşünüyorum.

"14 Aralık 2014'de Zaman Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı tutuklandığı zaman Zaman gazetesini özgür basın olarak görmeyen sol ve Kürt basın bu defa o şekilde davranmadı, bunu görmek güzeldi. O zamandan bu günlere gazeteciler arasındaki dayanışma arttı. Ekrem Dumanlı, Zaman'dan Abdülhamit Bilici ve İpek Medya Grubu'ndan Tarık Toros pek çok toplantımıza katıldılar ve özeleştiri yaptılar. Ancak İpek Medya'ya el koyulduğu zaman Doğan Medya'dan kimse orada değildi. Doğan Medya kendisinin bu gibi durumlara maruz kalmayacağını sanmasın. Hükümetin medya üzerindeki baskısı gittikçe artıyor. O nedenle mesleki dayanışma çok daha güçlü olmalı."

Söyleşimizin İngilizcesi burada