25 Ocak 2016 Pazartesi

Barış Meclisi’nden Necmiye Alpay: ‘Barış sürecine dönmek çok zor ama, başka çaremiz de yok’


Bu hafta konuğum Kürt sorununun çözümüne katkı sunmak için kurulmuş olan Türkiye Barış Meclisi (TBM) üyesi yazar Necmiye Alpay, barışa dönmenin zor olduğu bugünlerde, bunu yapmanın ne kadar hayati bir önem taşıdığına işaret etti:

“Kürtlerin duygusal kopuşundan epey söz edildi. 2010 yılına kadar, Kürt kanaat önderleri barış için hâlâ çok geç olmadığını fakat kendilerinin barışın konuşulabileceği son nesil olabileceğini söylüyorlardı. Araştırmalar, Türkiye’den ayrılmak isteyen Kürtlerin yüzde 30 oranında bile olmadığını gösteriyor, geriye kalan yüzde 70 ayrılmak istemiyor. Ancak, barış süreci olmazsa, savaş tüm fiziksel ve psikolojik sonuçlarıyla böyle devam ederse durum daha da kötüleşebilir.”

Hükümet tarafından sorunlara çözüm olacağı öne sürülerek gündeme getirilen yeni anayasa tartışması konusunda ise Alpay görüşlerini şöyle ifade ediyor:

“Anayasa, toplumun üzerinde mutabakata vardığı bir metindir. Bu mutabakata varmak için de özgürce tartışma yapmak gerekir. Hükümeti eleştiren herkesin tehdit ve tacizle karşılaştığı bu ortamda yeni bir anayasadan söz etmek mümkün değil.”


Alpay’la söyleşimizin ana başlıklarla özeti şöyle:

*** Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “önümüzdeki süreçte ne bölücü terör örgütü ne de onun güdümündeki parti ve diğer yapılar asla muhatap alınmayacaktır, o iş bitmiştir” dedi. Güneydoğu’da çatışmalar devam ederken bu ifadeyle ilgili olarak görüşleriniz neler?

Bunu duyduğumda aklımdan geçen iki şey oldu. Birincisi ne kadar vahim bir durumda olduğumuz ve savaşın muhtemelen devam edeceği. İkincisi de Tayyip Erdoğan’ın yarın, bugün söylediğinin tam tersini söyleyebileceğiydi. Televizyonda bazı AKP mensupları, Erdoğan’ın bu sözlerinden önce, silahlı örgüt mensuplarının artık bir barış süreci olmayacağını söylediklerini ileri sürüyorlardı. Bunun doğru olup olmadığını kontrol etmedim ancak doğruysa şaşırmam çünkü silahlı örgüt, sadece Türkiye içinde değil dışında da aktif ve bu çatışma artık sadece Türkiye’nin sorunu değil. Bir savaş var ve savaşta güç gösterisi yapılıyor. Her iki taraf da geri adım atacak gibi gözükmüyor.

*** PKK ve ilişkili diğer organizasyonların barış fikrinden tamamen vazgeçtiğini düşünüyor musunuz?

Silahlı örgütün barış fikrinden bu kadar kolay vazgeçtiğini düşünmüyorum, çünkü Türkiye’deki çatışmadan Kürt halkı çok acı çekiyor. Hiç 7 gün 24 saat süren sokağa çıkma yasakları yaşadığımızı hatırlamıyorum. Bu, askeri darbe dönemlerinde dahi olmamış bir şey. 

‘7/24 sokağa çıkma yasakları hiç olmamıştı’

*** Uluslararası af örgütü (Amnesty International, AI) yeni yayınladığı bir raporda Türkiye’nin Güneydoğu’sundaki çatışmalardan 200 bine varan sayıda yerli halkın etkilendiğine ve hayatlarının tehlikede olduğuna dikkat çekerek, devletin uyguladığı yöntemlerin insan haklarına aykırı olarak toptan cezalandırmaya vardığını vurguladı. Bazı gözlemciler bu dönemi 12 Eylül dönemine benzetip karşılaştırıyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

İki kötü dönemi birbiriyle karşılaştırmak doğru değil çünkü farklı açılar var. Ancak hak ihlalleri o kadar ağır ki, bu dönemleri karşılaştırmak zorunda bırakılıyoruz. 12 Eylül zamanında gözaltında ciddi şekilde sistematik işkenceden geçen insanlar bugün ya bu yüzden hayatta değiller ya da fiziksel ya da psikolojik olarak yaralanmış durumdalar. Bunlar insan hakları kuruluşları tarafından raporlandı. Şimdi işkence yok mu? Var. Ancak iki dönem bu açıdan karşılaştırılamaz. İçinde bulunduğumuz durumu ayıran en çarpıcı özellik hukukun ayaklar altında olması. … Ayrıca daha önce de söylediğim gibi 7/24 haftalarca, hatta aylarca süren sokağa çıkma yasakları hiç olmamıştı, güvenlik güçleri ölü bedenleri sokaklarda sürüklememişti. Her dönemde farklı kötülükler yaşadık. Her dönemin ortak noktası diyebileceğimiz bir şey var, o da kötü şöhretli “Türk gladyosu” ki Erdoğan ve hükümet bunun üzerine gitmek yerine onunla uzlaşmış görünüyor.

*** Hükümetin eski sözcüsü Bülent Arınç’ın bir haber mülakatı sırasında müzakere masasında Abdullah Öcalan da “olacak, olmalı” demesi sizi şaşırttı mı?

Ben Arınç’a “supap” diyorum. Tayyip Erdoğan’ın sert sözlerini yumuşatan bir supap. Bazıları da Arınç’ın iyi polisi oynadığını söylüyor. Öte yandan, Öcalan’ın rolü barış süreci için önemli. Kürt halkı için sembolik açıdan önem taşıyor. Hemen hemen bir yıldır avukatlarını ya da ailesini görmesine izin verilmiyor, mutlak olarak tecrit edilmiş durumda ve Kürt halkı bu duruma tepki veriyor.

*** Hükümet Öcalan’ı tecrit ederek etkisini azaltmaya çalışıyor gibi görünüyor, sizce Öcalan’ın yeniden konuşmasına izin verilirse şiddet azalır mı?

Sanıyorum azalır. Hatırlayın, barış sürecinin başlangıcında silahların devrinin sona erdiğini ve artık müzakere zamanı olduğunu söylemişti. Tekrar konuşabilse, muhtemelen silahlı çatışma çağrısı yapmayacaktır. Ancak özerklik için pazarlık edebilir ve hükümet bu yüzden Öcalan’ın söyleyeceklerini halkın duymasını istemiyor.

‘Hiçbir silahlı örgüt müzakere sürecinde silahları bırakmamıştır’

*** Barış sürecinin yeniden başlaması PKK’nın silahları bırakması koşuluna dayandırılıyor. Bu mümkün mü?

Şimdiye kadar hiçbir silahlı örgüt müzakere sürecinde silahları bırakmamış. Dünyada bunun tek bir örneği yok, ne İspanya’da ETA, ne Britanya’da IRA, vs. Devlet silahlı örgütle silahları bırakmanın detaylarını konuşabilir ancak anadilde eğitim, özerklik, anayasa gibi konular Kürt halkının temsilcileriyle konuşulur.

*** Hükümet gündeme tekrar yeni anayasa yapımını getirirken barış sürecine de girilmesi olasılıklı mı?

Değil çünkü AKP hükümeti bir yandan HDP’ye yükleniyor, diğer yandan Güneydoğu’da Kürt halkı üzerinde zulüm uyguluyor. Bu şartlar altında yeni bir anayasa hakkında nasıl konuşabilirsiniz? Yeni bir anayasayı konuşabilmek için özgür bir ortam gerekir. Herkes baskı altında. Gazeteciler, akademisyenler baskı altındayken yeni bir anayasa hakkında tartışmak mümkün mü? … Hukukun üstünlüğü yok. Kirli bir savaş var. Türk gladyosunun yeniden aktif olduğuna dair soru işaretleri var. Hâlâ pek çok siyasi cinayetin “faili meçhul”. Hrant Dink ve Tahir Elçi cinayetleri de bunların içinde yalnızca ikisi.  Hukuka uygun davranılmıyor.  Bu yüzden, yeniden barış sürecine dönmek çok zor ama, başka çaremiz de yok. Yoksa bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti olmayacak.

*** Barış süreci olmazsa Türkiye Cumhuriyeti’ne ne olacak?

Kürtlerin duygusal kopuşundan çok bahsedildi. 2010 yılına kadar, Kürt kanaat önderleri barış için hâlâ çok geç olmadığını, fakat kendilerinin barışın konuşulabileceği son nesil olabileceğini söylüyorlardı. Araştırmalar, Türkiye’den ayrılmak isteyen Kürtlerin yüzde 30 oranında bile olmadığını gösteriyor, geriye kalan yüzde 70 ayrılmak istemiyor. Ancak barış süreci olmazsa, savaş tüm fiziksel ve psikolojik sonuçlarıyla devam ederse durum daha da kötüleşebilir.

*** Olabilecek en kötü senaryo nedir?

AKP’nin PKK’yı tamamen yok etme gibi bir takıntıyla Suriye ve Irak’a girmesi. Bu tür bir senaryo üçüncü bir dünya savaşı demek olabilir çünkü bölgede hâlihazırda 60 ülkenin silahlı kuvvetleri var.

‘Akademisyenler devletin en tepesinden tehdit ediliyor’

*** “Bu suça ortak olmayacağız” diyen Barış için Akademisyenler bildirisine karşılık bazı akademisyenler bildirinin içeriğine, sadece devleti suçlayan, PKK konusunda hiçbir şey söylemeyen tek taraflı bir bakışa sahip olduğunu öne sürerek karşı çıktılar. Sizin görüşünüz nedir?

Bildiriyi imzalayan akademisyenler öylesine tehditlerle karşı karşıya kaldılar ki, bildirinin içeriği ikinci plana düşmüş durumda. Bu tehditler hem devletin en üst kademesinden hem de Sedat Peker gibi cezaya çarptırılmış bir mafya patronundan dahi geldi ve Peker oluk oluk kan akıtmaktan, akademisyenlerin kanlarıyla yıkanmaktan söz etti. Bazı akademisyenlerin çalışma odalarının kapılarına çarpı işaretleri konulması Nazi dönemini çağrıştırdı. Bunlar öylesine öne çıktı ki bildirinin içeriğini tartışacak durumda değildik. Burada çok vahim olan ne Cumhurbaşkanı ne de Başbakan’ın daha önce Tayyip Erdoğan’la iyi pozlar vermiş olan Sedat Peker’in tavrına karşı bir söz etmemiş olmalarıdır. Sedat Peker’e karşı açılan iki soruşturma da akademisyenlerin girişimiyle oldu, savcıların girişimiyle değil. Sedat Peker gibi suçlular, onları bu tür tehditlerinden ötürü kınamayan otoriteden bu dolaylı desteği almasalardı zaten bu kadar cüretkâr olamazlardı.

İçeriğe gelince, bence metinde yanlış yorumlamaya açık bazı sözcükler vardı. Ancak imzaladığımız her bildiride böyle ifadeler olabilir. Daha önce üniversitelerde ders veriyordum artık vermiyorum ve bu yüzden de metin imzalamam için bana gelmedi. Ama gelseydi, içeriği de destekleyerek imzalardım. Bir noktada sesimizi yükseltmemiz gerekiyor, bunu yapmazsak otoriteden gelecek her türlü baskıyı kabul etmeye hazır olmamız gerekir.

Barış süreci devam ederken ilgili dinamikleri ele alan bir konferanstaki sunumlar, Alpay ve Türkiye Barış Meclisi  Sözcüsü Hakan Tahmaz editörlüğünde Barış Açısını Savunmak isimli kitapta toplandı.



23 Ocak 2016 Cumartesi

'Brüksel'den Türkiye'de hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına ilişkin eleştirel sesler duyacaksınız'

Bu hafta konuğum Avrupa Parlamentosu (AP) Başkan Yardımcısı olarak sorumlulukları arasında insan hakları ve demokrasi konuları da bulunan Alexander Graf Lambsdorff. Kendisi ayrıca Almanya Liberal Partisi'nin (FDP) AP'deki başkanı.
 

İngilizce gazetedeki söyleşimizin başlığı Lambsdorff'a atfen, "Brüksel'den hak ve özgürlüklere ilişkin eleştirel sesler duyacaksınız" olmuştu.

Türkçe Zaman gazetesinin dış haberler sayfasında söyleşinin bir kısmı haber olarak şu başlıkla çıktı: "AB'ye katılım sürecinin bir yere gittiği yok."

Yine Türkçe olarak söyleşiden bölümler Zaman online tarafından başka bir başlıkla kullanıldı: "Türkiye'nin AB'ye üyelik çabaları ciddiyetten uzak."



12 Ocak 2016 Salı

Üstün Ergüder: Türk tipi başkanlık, kontrol ve denge yok demek


Bu hafta konuğum 1992-2000 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi’nin rektörlüğünü yapmış olan siyaset bilimi Profesörü Üstün Ergüder.

Eğitim alanında öncü oluşumlardan biri haline gelen Eğitim Reformu Girişimi’nin (ERG) de kurucusu olan Ergüder’in yeni görevi Açık toplum Vakfı’nın başkanlığı. Ergüder ayrıca üniversitelerde akademik özgürlük ve özerkliği teşvik edip, bir gözlemevi olarak çalışan Magna Charta Observatory’de başkanlık yapmış olan tek Türkiye vatandaşı.

Rektörlük yıllarında en önemli kavgasının özerklik ve özgürlükler alanında olduğunu kaydeden Ergüder’e, başkanlık sistemini de içeren bir anayasanın, hükümet tarafından tekrar gündeme getirilmesi konusunda, “Türk tipi başkanlık kontrol ve denge yok demek. Kafasında onun olduğuna inanıyorum. Tayyip Erdoğan’ın geldiği yerde bir güç sarhoşluğuna girdiğini düşünüyorum. Ancak suç sadece onda değil, bu herkese olabilir çünkü biz adamları zıvanadan çıkarıyoruz. Ben de rektörlük yaptım. Her şeyi bana soruyorlardı. Bunun ne kadar tehlikeli olacağını biliyordum. Bunu bir rektör olarak ben küçük bir üniversitede hissetmişsem, devamlı seçim kazanan biri de hisseder,” dedi.


Ancak seçim kazanınca konunun “halk beni seçti” demekle bitmediğini de söyleyen Ergüder, şöyle devam etti:

“Bununla bitmiyor olay. Demokrasi başka. Bir de insan hakları denen bir şey var. İnsan haklarının korunması için seni seçmeyenlerin de hakkı hukuku var. Yüzde 50 oy verdiyse ben herkesin başına göçerim demekle olmuyor ama Türkiye’de oluyor çünkü biz demokrasiyi öyle anlıyoruz.”

Sorularıma verdiği yanıtlar özetle şöyle (İngilizcesi burada)

Lidere biat kültürü var

(Tayyip Erdoğan) 1994’deki belediye başkanlığından sonra öyle bir dönemden geçmiş ki kontrol ve dengeler tamamen kalkmış. Bir ara askerden korkuyordu, şimdi öyle bir korku yok. Avrupa Birliği vardı, o yok. Bir toplum düşünün, her zaman lidere biat kültürü var. Böyle bir yerde bu kadar sene başbakanlık yapıyor. Lord Acton’un dediği gibi, güç yozlaştırır, mutlak güç daha çok yozlaştırır. Bence Tayyip Erdoğan o sendromu yaşıyor. 1994 başka 2015 başka. Kitapta anlattığım gibi, 1994’de gördüğüm insan münasip bir lisanla konuşursan seni dinlemeye bir sürü adamdan daha fazla hazır, kavga edersen kavga edebilir bir belediye başkanıydı. Ama en ufak bir şeyden sinirlenip terslenebilen biri de gördüm. Daha sonra ilişkim olmadı.

Kendi değerlerini kamu alanına taşıdı

O zaman 6 rektör olarak yaptığımız ziyarette hiç tasvip etmediğim ‘biz sana karşıyız’ havası vardı. Benim kitabımda böyle bir şey yoktur. Biri belediye başkanı seçilmişse o benim belediye başkanımdır. Onunla iş konuşurum. Aynı siyasi görüşe mensup olmama gerek yok. Kurumum için iş isterim. Onun için diyalog şart. İlk ziyarette o hava olduğu için kendisinden sonra ayrı bir randevu istedim ve gidip dertlerimi anlattım. Kendisine de dinle pek ilişkim olmadığını söyledim. O da bana, ‘ben böyle herkesin her istediğini yapabileceği bir Türkiye istiyorum’ dedi. Ama sonradan ipin ucunu kaçırdı. Vapurdan inen kızların eteğine karıştı, kimilerine ayyaş dedi. Yani kendi değerlerini kamu alanına taşıdı, yapmaması gerekeni yaptı.

O gün (1994) ona inandım. … Şimdi bildiklerimi bilsem daha şüpheci olurdum. Şu da var, kendimi onun yerine koyuyorum, öyle bir dönemden geçsem, etrafımda herkes takla atsa, kupayı şuna verelim mi diye bile bana sorsalar, ben de bir başbakan olarak delirebilirdim. Bu yüzden görev süresine sınırlama getirilmesi ile kontrol ve denge mekanizmaları olması önemli.

Türkiye’nin problemi zaten Ankara’nın çok büyük olması

Bence güzel bir çağrı (HDP lideri Selahattin Demirtaş’ın Başbakan Davutoğlu’na televizyona çıkıp ‘sen başkanlığı anlat, ben özyönetimi anlatayım’ çağrısı). Türkiye’de yaşayan bir insan olarak bakıyorum. Türkiye’nin problemi zaten Ankara’nın çok büyük olması. Bu yalnız Güney Doğu için değil ki, İstanbul için de lazım özyönetim, yani yerinden yönetim, daha çok yerinden yönetim. Ben üniversite yönettim. Rektör olarak atanıyorsunuz, daha ilk günden sizi kuralları ihlal edecek bir adam olarak görüyorlar, onu yapamazsın bunu edemezsin diye tepeden yönetiyorlar. Muazzam bir merkeziyetçilik var. Benim bütün savaşım Boğaziçi Üniversitesi’ne özerklik sağlamaktı. Benim özerkliğim var, karışmayın işime diyordum. Bırakın yöneteyim, kötü yönetiyorsam ölçün ama baştan beni yönetme.

Üniversitede saçmalama bile teşvik edilmeli

Üniversite bir toplumun beynidir ve özgür düşünceye açık olmalıdır. Üniversitede saçmalama bile teşvik edilmeli. Başka türlü inovasyon olmaz. Bir arkadaşım der ki, bizdeki yüksek öğretim sistemi akıllıyı deli eder, Amerika’daki sistem ise deliyi akıllı yapar. 60’larda siyah hareketinin büyüdüğü yıllarda Amerika’daki kampüslerde gördüm, muazzam bir öğrenci aktivizmi vardı. Bu şiddete doğru gidince üniversite yönetimleri terlerdi çünkü siyasi tartışmaları üstüne çekerdi ama hiçbir Amerikan başkanı şu yapılsın, bu yapılsın demezdi. … YÖK öyle bir kurum ki bütün liderler karşıydı ama hepsi de çok sevdiler ve YÖK’ü tuttular çünkü YÖK kanalı ile üniversiteleri zapturapt altına alıyorlar.

Boğaziçi’nde mış gibi yaptık

Her sessizliği sinmişlik olarak almamak lazım; lüzumsuz mücadelelere girmemek için bir strateji olabilir sessizlik. Rektörlüğüm döneminde en büyük sorun başörtülü kızlardı. Bir kısım öğretim üyeleri derslere almayalım derken, bir kısmı da hayır, insan hakkıdır, alalım diyordu. Ben alalım diyenlerin tarafındaydım ama üniversitede bütün dengeleri gözetmek durumundayım. YÖK de hesap soruyor. Gazetelere çıkıp bu çocukları alıyoruz desek derslere hiç giremeyeceklerdi. Mış gibi yaptık. Disiplin soruşturması açıyorduk, YÖK sorunca soruşturma devam ediyor diyorduk. Arkadaşlara da pek ciddiye almamalarını söyledik. O arada çocuklar mezun oldu gitti. Yani meselelere akılcı yaklaşmak gerek.

ODTÜ hürriyetlerimize sahip çıkar

ODTÜ gerçek anlamında bir üniversite. Böyle hür düşünen ve özerk olmaya çalışan üniversiteler Türkiye’de tepki çeker. Her dönemde çekmiştir. Zaten böyle fazla üniversite yok. Boğaziçi var. ODTÜ’nün Ankara’da olması üniversite özerkliği için dezavantajdır. İstanbul ayrıdır. Ankara’da üniversiteler daha devletle iç içedir. … Teknolojik meseleyi (.tr uzantılı sunucuları ODTÜ’nün yönetmesi ve hükümet tarafından işbirliği yapmıyor diye eleştirilmesi) tam olarak değerlendirebilmiş değilim. Teorik olarak öyle bir hizmetin bir üniversite değil de devlet kuruluşlarında olmasında fayda var. Zamanında ODTÜ’ye verildi çünkü ODTÜ’de öyle kapasite vardı. Şimdi ne yapmalı? Ben yine ODTÜ’de kalması taraftarıyım, doğru olmamasına rağmen. Çünkü ODTÜ teknolojik alanda Türkiye’nin en yetkin kurumudur, bu işi iyi yaparlar. İkincisi, hürriyetlerimize de sahip çıkarlar.

Güneydoğu’da hendeklerde siperlerde olan çocuklara bakın

Bildiride (ERG hükümeti ve tüm kamu kurumlarını çocukları çatışmadan korumak için azami özen göstermeye ve gereken her türlü önlemi almaya davet etmişti) kimseyi suçlamadan devletin eğitim sağlama sorumluluğu olduğunu (Güneydoğu’da çatışma olan bölgelerde) ve soruna çözüm üretme gerekliliğine işaret ettik. Bu nasıl olur? Onu, onlar düşünecek. Bizden de bir öneri isterlerse düşünür üretmeye çalışırız. Sezar’ın hakkı Sezar’a, başbakan dahil Milli Eğitim Bakanı dahil, bu göz ardı edilmeyecektir diye konuştular ama ne yapıyorlar bilmiyorum. … Önemli başka bir sorun da var. Suriyeli çocukların buradan gideceği yok. 5-10 sene sonra 10-15, 15 sene sonra 20 yaşında olacaklar. Eğitmezsen, saygınca yaşama imkanı tanımazsan potansiyel teröristler. Suriyeli gibi mi eğitilecekler, Türkiye vatandaşı olarak mı? Topluma entegre edilmeleri gerekiyor. Bunun konuşulması, sorunların ne olduğunun ortaya koyulması gerekiyor ki çözüm üretilsin. … Bugün Güneydoğu’da hendeklerde, siperlerde olan çocuklara bakın. Bunlar 10 sene evvel kaç yaşındaydı? Ne gördü bu çocuklar? Belki doğru dürüst eğitim göremediler ve etraflarında savaş gördüler. Bu 30-40 senedir devam ediyor. Top tüfekten başka bir şey bilmiyorlar. 

Türkiye’nin koalisyona ihtiyaci vardı

Zaman değişti o yüzden Türkiye’nin koalisyona ihtiyacı vardı. Bir siyaset bilimci olarak 70 ve 80’lerde yazdıklarıma baksaydınız koalisyonlara karşı olduğumu görürdünüz çünkü o günlerde Türkiye’den etkin bir hükümet çıkmıyordu, Kürt sorunun yükselmesi, kentlerde öğrenci şiddeti gibi önemli sorunlar vardı. Güvenilecek bir siyasi liderlik yoktu. Sorunun bir kısmı durmadan koalisyonlar üreten bir seçim sisteminden kaynaklanıyordu. O yüzden eleştiriyordum. Ancak şimdi Türkiye öyle bir aşamaya geldi ki etkin liderlik gösteren tek parti hükümetleri bazı reformlar yaptı. Bu süreç içinde otoriterliğin yükselişini, kontrol ve dengelerin yok oluşunu da gördük. O nedenle 7 Haziran seçimi iyi bir fırsat vermişti. Muhalefet güvenilir bir alternatif olarak koalisyon yapabilirdi. MHP’nin tutumunu çok eleştiriyorum. Seçim akşamı herhangi bir koalisyonun parçası olmayacaklarını ve HDP’yi meşru bir parti olarak tanımadıklarını açıkladılar – bu tam da yapılmaması gereken bir şeydi. İnsanlar güvenilir bir muhalefet arıyordu ama bu ortadan kalktı.

Davutoğlu henüz rüştünü ispat edebilmiş değil

Ahmet Davutoğlu çok iyi bir öğrencimdi. Çok iyi bir öğrenci olması çok iyi bir akademisyen olması, çok iyi bir siyasetçi olmasını gerektirmez. Ahmet Davutoğlu’nun siyasetçi olarak önünde daha çok yol olduğuna inanıyorum çünkü çok güçlü bir liderin korumasında oraya geldi. Daha kendi rüştünü ispat edebilmiş değil ki hakkında karar verebileyim. Ben de olsam ben de rüştümü bu kadar kısa zamanda ispat edemezdim. Ama inanıyorum ki bir demokraside kontrol ve dengelerin ne kadar önemli olduğunu, demokrasinin insan haklarına dayalı olduğunu çok iyi bilir. Bunu Tayyip beyin bildiğini sanmıyorum. Ümidim bilgisi uygulamaya geçsin. Başbakan seçildiği zaman kendisine bir mektup yazdım ve dedim ki, Boğaziçi Üniversitesi’nde yoğrulduğun değerleri hayata geçireceğine eminim.

***

2012 yılında yaptığımız “Seçmeli Kürtçe dersi olumlu bir ilkadım, daha çok liberalleşmeye ihtiyaç var” başlıklı söyleşiden sonra Kürt sorunu hakkında bugün geldiğimiz yeri de sorduğum Ergüder’in görüşleri:


"Çok talihsiz. Sorunu çözmek için 2012’de doğru yönde ilerliyorduk. Bu sorunun otokrat ve askeri yöntemlerle çözülebileceğini sanmıyorum. Sosyal ve kültürel sorunları, dışlama sorunlarını çözecek formüller olmalı. Hükümeti suçlamak çok popüler ancak adil olmak için konunun iki tarafına da bakmalıyız. Samimi bir süreç olmadığını söyleyenler var. Süreci destekledim ancak süreç sırasında PKK belli ki kendini bir sonraki savaşa hazırlıyordu. Hükümet buna çok geç olana dek tahammül ettiği için eleştiriyorum. Ama hükümetin bu tavrı yeni değil. Ergenekon davasına bakın; hükümet Gülen hareketi tarafından kandırıldığını söyledi. Böyle argüman olmaz. Bu zayıflıktır hükümet bu zaafa düşmenin bedelini siyaseten ödemelidir ama ödemedi. Hükümeti eleştirdiğim diğer bir nokta da Kürt hareketinin siyaseten entegrasyonuna iki seçim arasında vurulan darbe."

4 Ocak 2016 Pazartesi

‘2016'da Türkiye daha da tecrit edilebilir’


2015’in son haftaları dış ilişkiler konusunda sürprizli geçti. Türkiye’nin düşman bildikleri dost, dost bildikleri düşman listesine yazıldı. Peki, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi Türkiye ve İsrail’in birbirine ihtiyacı var mı? Rusya ile gittikçe kötüleşen ilişkiler nereye gidiyor? Ya Türkiye’nin Suriye’deki “kırmızı çizgileri”? Yoksa 2016’da bu çizgilerin üzerinden mi geçilecek?

Bu haftaki konuğum Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü Serhat Güvenç, 2015’in Türkiye için zor geçtiğini ancak 2016’da daha da zor günler olabileceğini söyledi.

“Türkiye’nin daha da fazla tecrit edildiğini ve yalnızlaştığını görebiliriz – bu ‘değerli yalnızlık’ değil. Tecrit ve yalnızlık zaten hiç de hoş bir şey olmamıştır,” diyen Güvenç şunları da kaydetti:

“Bir, iki yıl önce Ankara Türkiye’nin Ortadoğu’da düzen kurucu olacağına dair ihtiraslı amaçlar ifade ediyordu. Mevcut duruma bakınca Türkiye’nin artarak tecrit edildiğini görüyoruz. Türkiye, tecrit edilmiş bir aktör olduğu kadar, özellikle de Rusya ile yaşanan karışıklıktan sonra, kolay bir hedef haline de geldi.”


Güvenç bu bağlamda, Türkiye medyasında pek dile getirilmeyen ve 2015’in son günlerinde Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Belgrad ziyaretinde yaşananlardan bahsetti ve Davutoğlu’nun Belgrad’da pek hoş karşılanmadığını söyledi:

“Sırbistan’ın Rusya ile özel bağları var, bu durumda Türkiye ve Rusya arasındaki bir olayda Sırbistan’ın Rusya’nın yanında olacağını beklemek doğal ancak burada beklenmeyen, Sırp başbakanı tarafından kullanılan dilin aşikarlığı. Türkiye’den bazı gözlemciler bunu Türkiye’nin Balkanlar’da bazı dini gruplara yaklaşma girişimlerine bağladı ve bu da Sırp yönetiminin hoşuna gitmedi. Türkiye Balkanlar’da iyi amaçları olan bir ülke olarak algılanıyordu; bölgedeki çatışmaların içine sürüklenmeden her tarafla konuşabiliyordu ancak şimdi artan bir şekilde bölgedeki çatışmaların tarafı olarak görülüyor. Türkiye tarafsız arabulucu, mutedil aktör statüsünü kaybetti.”

Rusya ile ilişkilerin nereye doğru gittiği konusunda ise Güvenç, hızlı bir toparlanma beklemediğini ve Soğuk Savaş sonrası yaşanan türde bir ilişkiyi yeniden kurmanın da epey zaman alacağını söyledi.

“Çok büyük bir kriz beklemiyorum. Rusya Türkiye’nin tek başına kaldırabileceğinden çok daha güçlü. Bu yüzden Türkiye daha çok Batılı ortaklarına ve Batı güvenlik sistemlerine, özellikle de NATO’ya, dayanacaktır. “

Rusya’nın Suriye meselesinde Türkiye’nin müdahilliğini ortadan kaldırdığını söyleyen Güvenç, bu sayede iki ülke arasındaki potansiyel bir çatışma riskinin de azaldığını söyledi:

“Türkiye’nin kuzeyde askeri olarak en güçlü komşusu olan Rusya, şimdi güneyde de en güçlü askeri komşusu oldu. Bu Türk karar vericilerin Rusya ile ilişkilerde daha ihtiyatlı olmasına yol açacaktır. Bu durumda Türkiye’nin on yıllarca bir parçası olduğu geleneksel güvenlik sistemine daha fazla bel bağlamasını bekliyorum.”

'Türkiye'nin en kötü beklentisi gerçekleşecek'

2015’in son haftalarındaki bir gelişme de Amerika’nın desteklediği Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDF) IŞİD’e karşı ilerleme kaydederek Tişrin Barajı’nı ele geçirmesi ve IŞİD’in başkenti olarak bilinen Rakka’ya doğru ilerleyeceği yolundaki haberlerdi. Güvenç, bu konuyla bağlantılı olarak neler beklenmesi gerektiğini de anlattı:

“2016’nın ilk haftalarında Türkiye’nin kırmızı çizgilerinin aşıldığını görebiliriz. Bu güçler Türkiye’nin kırmızı çizgisi olan batı doğrultusunda değil de güneyden ilerliyorlar. Suriyeli Kürtler bölgeyi muhtemelen kontrol edecek ve Türkiye’nin en kötü beklentisi gerçekleşecek.”

Türkiye’nin bölgedeki gelişmelere ayak uydurabilmek için dış politikada önemli değişikliklere gitmesi gerektiğini belirten Güvenç, böyle devam ettiği takdirde Ankara’nın gelişmelere şekil vermek için önünde fazla fırsat penceresi bulamayacağını söyledi.

Güvenç, Ankara’nın İsrail’le ilişkileri tamiri konusunda da “jeopolitik ihtiyaçlar” a dikkat çekti ve İran’ın uluslararası sisteme dahil edilmesiyle hem Türkiye hem de İsrail’in ağırlığının azalacağını, hal böyle olunca tarafların ideolojik ayrılıklarını bir yana bırakarak büyük bir çabayla ilişkilerini geliştirmeye çalıştığını ayrıca Türkiye’nin Karadeniz’de Rusya’yı dengelemek için gerek duyduğu savaş gemilerinin Amerika’dan gönderilmesi için İsrail lobisine de ihtiyacı olduğunu söyledi.

'Bağdat, Ankara'nın taraf tuttuğunu düşünüyor'

2016 bitmeden Irak’ta da önemli değişiklikler olacağını söyleyen Güvenç, Irak konusunda Türkiye ile Amerika’nın eski pozisyonlarından tersine döndüklerini söyledi:

“Türkiye 10 yıl önce Irak’ın toprak bütünlüğüne dair kırmızı çizgilere sahipti. Şimdi Türkiye ile Amerika bu konuda pozisyonları değiştirmiş görünüyor. Belli ki Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulsa Türkiye bundan rahatsız olmayacak; öte yandan Washington Irak’ın egemenliğini ve toprak bütünlüğünü savunuyor. Bağdat hükümeti Türkiye’ye yakın değil ve Türkiye’nin bölgedeki sekter ayrılıklarda taraf tuttuğunu düşünüyor; Türkiye’nin Irak’taki askeri varlığına son vermek istiyor. … Irak’ın kaderi tayin edildi ve Türkiye’nin Irak ve Suriye’deki gelişmeler üzerinde etkinliğini azaltmak için bir çaba var.  2016 bitmeden küresel ve bölgesel güçlerin anlaşmasıyla Irak’ta değişiklikler göreceğiz.”

Güvenç 2016’da olumlu bir gelişme olarak Kıbrıs’ı işaret etti, adada normalleşme ve birleşme için son bir çaba olacağını belirtti:


“Kıbrıslı Türk ve Yunanlılar adada birleşme için yeni bir planı desteklerlerse bu Türk-Yunan, Türkiye-Kıbrıs ve Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde önemli bir paradigma değişimine yol açacaktır.”

Söyleşimizin detayları İngilizce olarak burada.

2 Ocak 2016 Cumartesi

‘2015’de mültecilere karşı daha yüksek duvarlar çekildi’

‘2015’de mültecilere karşı daha yüksek duvarlar çekildi’

Suriye’de savaş sürerken 200 binden fazla kişi hayatını kaybetti ve evlerini terk etmek zorunda kalan mülteciler 2015 yılında belki de daha önce hiç olmadığı kadar gündeme geldi. 4.2 milyon Suriyeli komşu ülkelere sığınırken, mülteci krizi 2. Dünya Savaşı’ndan beri görülen en büyük boyutlara ulaştı.

Bu haftaki söyleşi konuğum Suriye ve mülteciler konusunda araştırmalar yapan, bunun için Suriye’de de yaşamış olan Şenay Özden.


Mültecilerin güvenli ülkelere ulaşabilmelerinin önüne 2015 yılında çok daha yüksek duvarlar çekildiğini söyleyen Özden şöyle devam etti:

“Mülteci konusu 2015 yılında sadece güvenlik açısından büyük bir konu olarak ele alındı. Oysa odaklanılması gereken daha çok mültecinin güvenli yerlere kabul edilmesi olmalıydı.”

Özden’e göre, 2 milyon civarından Suriyeli’ye ev sahipliği yapan Türkiye’nin bütünleşme politikaları geliştirmesi, Suriyeliler için çalışma izni çıkarması ve Suriyeli çocukların okula gidebilmesi için acil eylem planları geliştirmesi gerekiyor.

“Türkiye’deki Suriyeli çocukların sadece yüzde 25’i okula gidebiliyor. Başta medya olmak üzere herkes Suriyeli mültecilere karşı nefret söylemi kullanmayı terk etmeli. Sendikalar da mültecilerin düşmanları olmadığının farkına varması gerekiyor; mülteciler de aynı ekonomik sistemden dolayı acı çektiğinden sendikalar mültecileri korumalı.”

Özden’le konuştuğumuz bir konu da Uluslararası Af Örgütü’nün (Amnesty International) Türkiye’nin Batı bölgelerinde yakalanan mültecilere kötü muamele edildiğine dair raporuydu. Raporda mültecilere neredeyse işkence yapıldığını belirten kuruluş, Türkiye’nin mültecileri yasa dışı şekilde tutukladığını ve sonra da geri gönderdiğini belirtiyor. Özden’in raporda anlatılanlarla ilgili yorumu şöyle:

“Bunları Suriyeli’lerin kendilerinden de duydum. Yasalar Suriye’ye geri gönderilemeyeceklerini yazmasına rağmen bir geri dönüş metnini zorla imzalamaları isteniyor. Tutuklu halde önlerine iki seçenek sunuluyor, ya Suriye’ye geri dönecekler ya da tutuklu veya mülteci kampında kalacaklar. Raporda kötü muamele gördüklerine dair yazılanlar doğru. Nitekim meşhur Kumkapı denetim merkezinde başlarına gelenleri biliyoruz.”

Söyleşimizin çok daha detaylı olan İngilizcesi burada